Aydınlanma Düşüncesi Üzerine - 3. Bölüm

Aydınlanma Düşüncesi Üzerine - 3. Bölüm

01/10/2016

Adequatio intellectus et rei…
Aklın ve gerçeğin uyumu…

Daha önceki yazılarımızda anlatmak istediğimiz gibi Avrupa’da Aydınlanma, her ülkede farklı anlam ve süreçlerden geçebilmektedir. Tekil bir Aydınlanma’dan söz etmek yerine, Aydınlanmalardan söz etmek daha yerinde olacaktır. Şimdi İngiliz Aydınlanması ile yazı dizimize devam edelim.

İngiliz Aydınlanması

İngiliz Aydınlanması denilince, uğrak noktalarımız David Hume, Adam Smith, Adam Ferguson, Thomas Reid, Newton, Hobbes ve Locke olmalıdır. İngiliz Aydınlanması’nı daha iyi anlamak için öncelikle Sanayi Devrimi’ne odaklanmak gerekir. İngiliz Aydınlanması özü itibariyle aristokrattır. Yaşanan bu düşünsel atılımın toplumsal dinamikleri, değişen üretim ilişkisi ve biçimiyle yakından alakalıdır. Toplumsal değişimin ilk göstergesi iş bölümüdür. Bir nesneyi başından sonuna kadar yapan usta zanaatkarın yerini, usta olmayan ve bu sürecin sadece bir bölümünde yer alan işçi almıştı. Toplum, belirgin modern sınıflara ayrılmaktaydı; farklı sınıflar arasında toplumsal ilişkilerin içkin yapısına dair farklı anlayışlar öne çıkmaktaydı. Sanayi Devriminin herkesin gözleri önünde toplumda yarattığı büyük değişim, her şeyden önce bilim ve teknolojinin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesiydi. Sanayi Devrimiyle değişen toplumsal yapı ve ilişki biçimlerinin etkisi mimari, sanat, ekonomi vb. bir çok alanda kendini göstermekteydi.

David Hume18. yy’da bilim henüz güvenilir bir bilgi biçimi olmadığından, günümüzdeki bilimin hareket kabiliyeti ve meşrutiyeti gibi bir düzlem içerisinde bulunulduğunu düşünmek, çok yaygın bir yanlış anlaşılmadır. Bilimin araştırma konusu olan “doğa”, bir çok kişi tarafından Aydınlanma’nın “etik standardı” olarak tanımlanmıştır. “Doğal olan, iyi olmalıydı”. Bilimin, Aydınlanma düşüncesinin temelindeki akıl/rasyonellik değerlerini kökenden içerdiği ileri sürülmüştür.  Rasyonellik, yani dönemin anlamıyla vahiy ve batıl itikattan bağımsız nesnel düşünme yöntemi. Dolayısıyla bazı tarihçiler için bilim, Hegel’deki her şeyin temelinde olan dinin değil, Aydınlanma’nın kültürel kategorisidir. (Outram,2007:120) Konuyu derinlemesine deşmeye başlamadan önce bir not düşelim: “Bilim” sözcüğü 1830’larda İngiltere’de ortaya çıkmıştır, bundan önceki dönemde kullanılan terim “Doğa Felsefesi”dir.

Nedensel muhakeme yapmak bizim huyumuzdur, ancak bize görünen şeylerdeki tutarlılık yerine, nedensel muhakemenin doğruyu üreteceğinin garantisi yoktur ve hiçbir şey hep aynı sıranın devam edeceğini tam olarak öne süremez. Güneş, milyonlarca kez doğudan doğsa bile, bu yarın da doğudan doğacağını garantilemez!

Newton ve meşhur elmasıBirçok tarihçinin ileri sürdüğü bir argümana göre; “Doğa Felsefesi”nin tüm amacı, doğaya Tanrı tarafından yaratılmış bir şey olarak bakmak ve doğayı Tanrı’nın gücünün/amacının vucut bulduğu bir yer olarak görmektir. Dolayısıyla mantıklı bir Hristiyanlık arayışı, Aydınlanma çağında doğa felsefesinin öneminin giderek artmasına ve onun ön plana çıkmasına yardımcı olmuştur. Durduk yere bilimsel devrimler yaşandı diyemeyiz, ya da konuyu sadece kümülatif bir düzlemde değerlendiremeyiz. Ülkemizdeki en yanlış anlaşılmalardan biri budur; tekil ve dar bir bakış açısından konuyu süzmek. Ayrıca Aydınlanma’yı sadece dinden bağımsızlaşma ve bilimsel devrim olarak okuyan zihinlerin de yanıldığı gayet açıktır. Diğer taraftan dinsel dolayımlar devam etmektedir. Zamanla bilim, Tanrı tarafından yaratılmış düzeni tarif etme misyonunun yanısıra nedensel ilişkiler çerçevesinde fizik ve kozmolojiye iyice el atmaya başlayınca; karşımızda onu gördük; David Hume. Bilimsel devrimlerin içsel devrimi ve felsefi bağlamı onunla başlar; nedensel ilişkilerin bilimsel açıklamalarda tutarlı olduğu açık olsa dahi, onların gerçeklik değeri tartışmaya açıktı. Hume, neden-sonuç ilişkisi içerisinde, bizi olayları bağlantılandırmaya mecbur eden şeyin, benzeri sıra izleyen eski deneyimler olduğunu söyledi. Nedensel muhakeme yapmak bizim huyumuzdur, ancak bize görünen şeylerdeki tutarlılık yerine, nedensel muhakemenin doğruyu üreteceğinin garantisi yoktur ve hiçbir şey hep aynı sıranın devam edeceğini tam olarak öne süremez. Güneş, milyonlarca kez doğudan doğsa bile, bu yarın da doğudan doğacağını garantilemez! Buna Kant’tan cevap gelir; o, insanların sanki nedensellik gerçekmiş gibi hareket etmeleri gerektiğini, yoksa mekanı, büyüklüğü veya sağlamlığı anlatmamızın mümkün olmadığını vurgular. (Outram,2007:125) Hume’un bu argümanı, bilimin niteliği ve teolojinin Tanrı’nın yarattığı doğanın “orada” var olduğu varsayımını kökünden etkilemektedir. Hume, teist teolojiye cephe alır ve devam eder; Yaratılan’dan Yaratan’ı anlamak mümkün değildir. Mucizeler ve peygamberliği reddederek, teist Tek Tanrıcı dinlerin oluşumunu tarihsel bir çerçevede ele alarak din felsefesine farklı bir boyut katan Hume, dönemin değerli bir agnostik filozofudur. Hume’a göre, insanlar hep teist inanç etrafında toplanmamıştır, teizm insanlık tarihinde çok yeni bir şey olup öncesinde insanların dinsiz olduğunu varsaymak gerekir.

Newton’a göre, hareket oluşmaktan çok yok olmaya yatkındır, sürekli olarak azalmaktadır. Enerjinin kozmik sisteme yeniden aktarılması ancak bilinçli bir müdahaleci ile olabilirdi; biz ona “Newton’un deist Tanrısı” diyelim.

Kimileri, Locke’un insan zihni ve toplumsal ilişkileri anlama çabası ile İngiliz Aydınlanması fitilinin ateşlendiğini öne sürer. Kısmen haklılardır; ama biz Newton ile başlayalım. O, Evreni matematiksel olarak anlamanın mümkün olduğunu, ama evrenin nasıl var olduğu ve hareketin nasıl devam ettiği yönündeki birincil derecede soruları anlamamız için, matematiğin yeterli olmadığını iddia ediyordu. Newton’a göre, hareket oluşmaktan çok yok olmaya yatkındır, sürekli olarak azalmaktadır. Enerjinin kozmik sisteme yeniden aktarılması ancak bilinçli bir müdahaleci ile olabilirdi; biz ona “Newton’un deist Tanrısı” diyelim. Newton’un fizik, kozmoloji ve bilimsel düşüncede yarattığı devrim hepinizin malumudur; biz Newton etkisinin yarattığı diğer toplumsal basınçlarla ilgilenelim. İlk etki elbette teolojide oldu, deizm kendine akmak için bir yatak buldu. Diğer yandan Bentley gibi teologlar, Newton’u dinin savunucusu gösterirken, Berkeley için Newton sapkınlığın ve ateizmin anahtarını taşıyordu. (Bilimsel bir paradigma olarak Newtonculuğun teoloji alanında ne denli bölünme ve ateşli tartışmalar yarattığı çok ilginç. Bilimin dinin alanına tecavüz ettiği yönündeki zayıf argümanların başlangıcı tam olarak buradadır.) D’Alembert, Newtonculuğun matematiksel analizin üstünlüğünü kanıtladığını iddia ederken, diğerleri gözlemin bir zaferi olarak görüyordu durumu. Hatta Fransız ütopik düşünür Claude-Henri St.Simon, Newetoncu ilkeler olan akıl, düzen ve evrensel yasalar üzerine kurulu bir toplum sistemi ortaya koydu! Newton’un paradigması, bilimsel bir devrimden çok daha fazlasıydı! (Bu arada Fransız Doğa Bilimcisi Buffon Kontu Leclerc, doğanın yaşının İncil’de verilenden çok daha eski olduğunu önü sürüyordu.) Zamanla İngiltere ve Avrupa'da popüler bilimsel yayınlar piyasaya sürüldü. Bu toplumun bilimsel çalışmalara ulaşabilirliğini arttırdığı için çok önemli bir gelişmedir. Bunun yanısıra, popüler bilim konferansları da başta Newtonculuk olmak üzere, birçok kentte bilimsel çalışmalara dair bilgiler veren bir diğer toplumsal ortamı var ediyordu.

Kimileri için Locke'un "Hükümet Üzerine İkinci İnceleme" adlı eseri, Aydınlanma'nın başlangıç eseridir. Locke, felsefesinin toplumsal boyutu itibariyle; Aydınlanma dönemini, bir önceki tarihsel dönem diyebileceğimiz skolastik düşünceden ayırma kaygısıyla hareket etmektedir. Din, otorite ve gelenek üçlemesinde vücut bulan skolastik düşünce yerine hoşgörü çerçevesinde hayat, hürriyet ve mülkiyet hakkı ile ele alınan erken dönem liberalizmini öne süren Locke, doğuştan iyi ya da kötü olarak dünyaya geldiğimiz yönündeki iki kutuplu tartışmaya itiraz etmiştir. Ona göre; insan doğuştan iyi ya da kötü değildir, insan çevresel ve dışsal etkilerle şekillenir. Tam bu noktada dışsal ve çevresel etkilerin önemine işaret etmek; eğitim, psikoloji, sosyoloji ve siyasal örgütlenme biçiminin ne kadar önemli olduğunu anlamamızı sağlamıştır. Locke'un büyüklüğü de tam olarak buradan gelir, skolastik düşünce ile aydınlanma düşüncesi arasına kaygan bir zemin çeker ve geçişin beşeri/toplumsal arka planını çizer.

Alman Aydınlanması (Aufklarung)

Alman Aydınlanması, İngiliz ve Fransız Aydınlanması’na göre oldukça özgün ve farklı bir anlam içerir. Öncelikle kimilerine göre Alman Aydınlanması bir sapma olarak, kendi karşıtı olan “Sturm und Drang”ı var etmiştir; yani kendi tarihini karşıtıyla birlikte yazmak zorunda kalmıştır. Günümüzde muhafazakarlık ve liberalizm arasında var olan gerilimin kökenleri, tarihsel bir çerçevede bakarsak Aufklarung’da ziyadesiyle içkin bir şekilde yer almaktadır. Hatta bu kökende günümüzdeki modernizm, post-modernizm ve tarih felsefesi tartışmaları da yer almaktadır. Alman Aydınlanması tam bir diyalektiktir; bir yönüyle Aydınlanma’nın sınırlandırılmasını (Kantçı bilgi teorisi ve etik), diğer yönüyle Aydınlanma’nın aşılmasını (Sturm und Drang, Alman idealizmi ve romantizmi) içermektedir.

Fransız Aydınlanması, burjuva sınıfına yaslanan, medya-loca-salon ve ansiklopediler çerçevesinde ortaya çıkmışken; Alman Aydınlanması, tüm kökenlerini üniversiteye borçludur. Hatta kimileri için kuruluş tarihi, Göttingen Üniversitesi’nin kuruluşu ve Berlin Akademisi’nin yeniden açılış tarihi olan 1740’tır. Alman Aydınlanması’nın en ilginç yanı, dinsel bir damarı sürekli korumasıydı; düşünürleri arasında Protestanlığın bir kolu olan Pietizm çok yaygındır.

Alman Aydınlanması’nın ilginç ve özgün kılan koşullara iyice göz atmak gerekir. Öncelikle Alman Aydınlanması Otuz Yıl Savaşları’nın korkunç etkileri ortadan kalkmadan tecrübe edilmeye başlanmıştır (Çiğdem,2015:82). Henüz merkezi bir örgütlenme ve aristokrat bir sınıfın olmayışı, toplumsal potansiyeli seferber edecek bir burjuvanın olmayışını doğuruyordu. Zayıf sermaye birikimi, sanayileşme ve şehirleşme nedeniyle orta sınıf burjuvalaşamıyor ve politik atılımını engelleyen muhafazakar damarlarından kurtulamıyordu. Artık sorun açıktı: Aydınlanma’nın meşalesini kim taşıyacaktı? Üniversitedeki profesörler mi yoksa din eğitimi almış mürşitler mi? Alman Aydınlanması’nın öncüllerinden Christian Thomasius gibi isimler akla karşı imanın, kanıtlamaya karşı vahyin üstünlüğünü kabul etmemiz gerektiğini öğütleyen düşünürlerdi. Christian Wolff rasyonalizminde ise vahiy ile akıl, iman ve bilgi aynı anlama geliyordu ve sürekli pratik yarardan, felsefenin işe yararlılığından söz ediyordu. Ancak Alman Aydınlanması’nın 18. yy’daki seyri, Friedrich Heinrich Jacobi ve Moses Mendelsson arasındaki panteizm tartışmasıdır. Tartışma daha sonra büyüyerek Kant Herder, Goethe ve Hamann’ı da içine alarak büyümüştür. Tartışmanın kahramanı aslında Spinoza olup Baiser’in anlatımıyla “rasyonel bir nihilizmle irrasyonel bir fideizm” arasındaki gerilimden doğmuştur. Tartışma sonucunda Heine için Spinozacılık yükselmiş ve Almanya’nın resmi dini panteizm olmuştur.  Bu tartışmanın diğer önemli sonucu ise Kantçılığın kamusal hale gelmesidir. Bu süreç içerisinde Alman Aydınlanması, kalanlardan uzaklaşıyordu; Herder, Fransız İlerleme Fikri’ne karşıt, teolojik-metafiziksel unsurlar içeren bir tarih felsefesi öne sürüyordu.

Aklını Kullanmaya Cesaret Eden Bir Aydınlanmacı: Kant

Kıta Avrupası rasyonalizmi ile Anglo-Sakson amprisizmi, Kantçı felsefe içerisinde, kendi kökenlerinde bulamadıkları bağlamlar, tutarlılıklar ve anlamlar bulmuşlardır. Kant’ın zihninde Newtonculuk, fizik, kozmoloji, nedensellik, determinizm, bilgi sorunu, insan özgürlüğü ve iradesi ile ahlaksal yaşam gibi ağrılık merkezleri vardı. Kant aklın sınırlarını çizerek metafiziğin olabilirliğine yönelik bir kapı aralamış ama aynı zamanda rasyonel bir metafizikten ziyade deneysel bir felsefeye kendini yakın tutmuştu. Hume’dan çok etkilenmişti, ama dışsal dünyanın gerçekliği ile içindeki evrensel ahlak yasası ortadan kalkmamıştı. Kant, Hume ve benzeri şüphecilerin argümanlarına karşı Hristiyan doktirinlerini korumak için metod ararken aynı zamanda din, bilim ve ahlak arasında bir uzlaşı zemini yaratmaya çalışıyordu (Çiğdem,2015:89).

Kant aklın sınırlarını çizerek metafiziğin olabilirliğine yönelik bir kapı aralamış ama aynı zamanda rasyonel bir metafizikten ziyade deneysel bir felsefeye kendini yakın tutmuştu. Hume’dan çok etkilenmişti, ama dışsal dünyanın gerçekliği ile içindeki evrensel ahlak yasası ortadan kalkmamıştı. Kant, Hume ve benzeri şüphecilerin argümanlarına karşı Hristiyan doktirinlerini korumak için metod ararken aynı zamanda din, bilim ve ahlak arasında bir uzlaşı zemini yaratmaya çalışıyordu.

Immanuel KantKant için Aydınlanma tamamlanmamış ve hala devam eder bir haldeydi; insanlarda hala ergin olmama hali görülüyordu ve bu kendi hatalarıydı. Çünkü akıllarını, başkalarının vesayetine bırakmışlardı. Bu yüzden insanların aklını kullanmaya cesaret etmeleri gerekiyordu; tembellik, korkaklık, dogmatizm gibi yanlışlardan ancak böyle kurtulabilirlerdi. İnsanlar, hür düşünmek konusunda kendilerini sorumlu hissediyor olmalıydı. Aklı kamusal olarak, yani diğerlerini de hesaba katarak kullanmaları, insanların aydınlanması için olmazsa olmazdı. Geç dönem bir okumayla Kant için Aydınlanma; aklın hür, evrensel ve kamusal kullanımlarını birbirlerine yüklediklerinde gerçekleşecekti. Kant için akıl, Hume’un tersine alışkanlık ve deneyle belirlenmezdi, a priori olan zorunluluk ve evrensellik yasalarına dayanmalıydı. Akıl aynı zamanda ahlaki yükümlülüklerin sırtını dayadığı bir duvar, iyi ve kötünün ayırt edici turnusol kağıdıydı.

Alman karşı-Aydınlanma hareketinden (Sturm und Drang) Hamann ise; Kantçı, kendi ilkelerini kendisi belirleyen özerk ve soyut akıl yerine, kültürel ve toplumsal bir akıldan söz ediyordu. Hamann, “Sokratvari Düşünceler” adlı eseriyle başlayarak Aydınlanma’nın temel öncüllerini eleştirmeye başlamıştı. Kant’ın, aklı bütün gelenek, inanç ve deneyimlerden bağımsız kılma çabasına nefret kusan Hamann, aksine bildiğimiz her şeyin Kant’ın ortadan kaldırmaya çalıştığı kaynaktan geldiğini ileri sürüyordu. Aydınlanma’nın kendi çelişik yapısı burada da görülmekteydi.

Üç bölümden oluşan yazı dizimizi burada sonlandırıyoruz, Amerikan Aydınlanması’na girmeye fırsat bulamadık. Elimizden geldiğince kısa, öz ve okuyucu yormayacak bir şekilde Aydınlanma düşüncesini toplumsal zemini ile beraber en azından ana hatlarıyla vermeye çalıştık.

Peki, ülkemizde Aydınlanma ne durumdadır diye sorsak?

Öncelikle okuyucunun yazımızda şunu fark etmesini amaçladık: tekil ve hemfikir bir Aydınlanma yoktur; Aydınlanmalar vardır. Her ülkenin Aydınlanma dinamiği farklı ve bazen diğeriyle çelişik, zıttır. Ülkemizde kendine has bazı şartlarda, kendi aydınlanmasını, Cumhuriyet’in ilanı ile pozitivist ve naturalist bir doğrultuda; merkezi hükümetin üst sınıflar eliyle ve orta sınıflar üzerinden aşağı doğru yaymaya çalıştığı bir mekanizma mevcuttu. Kökenlerini Osmanlı’nın son dönemlerinden alan bu yerli aydınlanmacı bakış, yüzünü Alman ve Fransız Aydınlanması’na dönmüştü. Karşılaştığı muhafazakar duvarı ve Doğulu/İslami geleneği kısmen aşmış, kısmen ise aşamamıştır. Bir bütün olarak yerli Aydınlanma’nın başarılı olup olmadığı bir yana, bu Aydınlanma’nın hala 18. yy kaba Fransız materyalizmi üzerinden gelişen felsefi damarını nasıl aşacağız? İşte felsefeci ve düşünürlerimizin odaklanması gereken yer tam olarak burası; elbette toplumsal ilişki biçimleri ve tarihsel zemini göz ardı etmeksizin...

Kaynakça:

  • Çiğdem, Ahmet (2015), Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayıncılık, İstanbul.
  • Ewald, Oskar (2010), Fransız Aydınlanması, Çev.Gürsel Aytaç, Doğu Batı Yayınevi Ankara.
  • Outram, Dorinda (2007), Aydınlanma, Dost Kitabevi, Ankara.
  • Weber, Alfred (2012), History of Philosophy, BiblioLife Reprodictipon Series.