Günümüzde Türkiye’de ateist olmak, inançlı güruhun bitmek bilmeyen nefretinden doğan saldırılara maruz kalmak anlamına geliyor.
Geçmişte bu nefretin yarattığı öfke nöbetleri kitlesel hale geldiğinde, Madımak gibi katliamlara, Turan Dursun ya da Bahriye Üçok gibi aydınlık yanlısı aktivistlerin öldürülmesine de defalarca şahit olduk. Her ne kadar günümüzde bu denli can yakan olaylar kalmamış gibi görünse de şiddet devam ediyor, üstelik bu güruhun içinde hala katliam potansiyeli de görüyorum.
Şiddet tek bir tarzda olmadığı gibi, şiddet yanlıları ve şiddet mağdurları geniş bir spektrumda uzanıyor önümüzde. İnanç sistemleri arası başlayan bu şiddet kombinasyonları, inanç sistemlerinin felsefi düşüncelere uyguladığı baskıya kadar geliyor. Günümüz için konuşmaya devam edecek olursak, Ortadoğu’da bitmek bilmeyen mezhep savaşları, ülkeler arası din gerilimleri, inançlıların nonteist bireylere uyguladığı baskı ve şiddet en belirgin örnekler olabilir.
Peki 21. yüzyılda dahi kanayan bu yaranın sebebi ne? İnandığınız Tanrı’yı reddederek sizi mi yoksa sözde Tanrı’nızı mı gücendirdik?
Laik ya da seküler düşünce yapısına sahip her birey hiç olmadığı kadar artan hukuk ihlalleri, mahalle baskısı ve din ile günlük yaşamın her bir alanında psikolojik şiddete maruz kalıyor.
Ateizm Derneği’nin 2014 yılında hazırlayıp Helsinki Konferansı’nda ve Avrupa Birliği üye ülkeleri büyük elçileri ile yapılan toplantıda sunulan “Türkiye’de İnanç Özgürlüğü Raporu”, bir gün içerisinde dahi gündemin defalarca değiştiği bu ülkede güncelliğini yitirmişti. Bundan dolayı, bir grup gönüllü, bu raporu güncelleme çalışması yaparak yenilemek istedi. Benim de editörlüğünü yaptığım raporun tüyler ürperten sonuçlar ortaya koyması ise kaçınılmazdı.
Günümüzde hukuktan bahsetmek ne denli zorsa, bizim de raporu hazırlama aşamamız o denli zor geçti. Kullanılan her bir kelimenin üzerinden defalarca geçerek kontrol etmek elzemdi, çünkü her ne kadar katkıda bulunan aktivist arkadaşlar çekinmeden projede gönüllü olsa da, tüzel bir kişilik adına hazırlanan bu rapor sonucunda bahsi geçen kuruma herhangi bir zarar gelmesi en son istenen sonuç olurdu. Herhangi bir araştırma dahi yapmadan, ifade özgürlüğünün ne hale geldiğini bu şekilde hissedebiliyoruz. Peki bu da bir çeşit şiddet değil de nedir?
Ülkede işleyen bir hukuk mekanizmasının kalmaması da bu şiddetin bir sarmaşık gibi her yeri sardığını gözler önüne serdi. Üstelik kimi zaman hukuk sisteminin ta kendisi de TCK 216 gibi maddelerle de şiddetin başrolünü alabiliyor.
Mahalle baskısı hiç olmadığı kadar artmış durumda ve Ramazan ayı gibi zamanlarda bu baskı ortamı yerini psikolojik şiddetten fiziksel şiddete bırakıyor.
Belki de her şeyin düğümlendiği nokta ise, ülkenin eğitim sistemi. 2002 yılından bu yana olan veriler göz önüne alındığında, İmam Hatip liselerinin sayısı her gün rekor kırıyor, ayrıca bu seviye dini eğitim, lise seviyesinin altına çekilmiş durumda. Keza İlahiyat fakülteleri de aynı şekilde. “Seçmeli ders” adı altında sunuluyor olsa da, “personel eksikliği” gibi bahanelerle öğrenciler dini eğitim görmek zorunda bırakılıyor. Bu kadar çok din görevlisi yetiştiren okullar için ise istihdam sağlamak için ürkütücü sayıda cami açılıyor. Yetmiyor, üzerinde azınlıkların hakkı olan bazı kilise ya da sinagog gibi ibadethanelere de el konulup, İslamlaştırılıyor.
Kısacası, laik ya da seküler düşünce yapısına sahip her birey hiç olmadığı kadar artan hukuk ihlalleri, mahalle baskısı ve din ile günlük yaşamın her bir alanında psikolojik şiddete maruz kalıyor.
Belki de toplu taşıma araçları ve kent merkezleri gibi alanlarda artan şiddet olaylarının da, bunlarla direkt ilgisi vardır. Dışarıdan enjekte edilen sıvının yumurtayı patlatması gibi, dışarıdan gelen psikolojik baskının da beyinlerimizde böyle bir etkisi vardır….
“Barış” kelimesinden en çok bahseden kitlenin savaşın ta kendisi olduğu gerçeği, her gün yayınlanan haber bültenleri ile gözler önüne serilmekte.
Toplumsal alanlarda tırmanan şiddet olaylarından bahsetmişken, olayların failleri yakalandığında yaptığı açıklamalar, savunmalar ve bir şekilde ulaşılan sosyal medya hesaplarından yaptıkları propagandalar sonucu hangi güruha mensup bireyler olduklarının ortaya çıkması da ayrı bir ironi.
Temel eğitim ile başlayan süreçte yıllarca anlatılan “Barış Dini” safsatalarına inanmamak için söz konusu inanç sisteminin kutsal kitabından referans almaya dahi gerek yok. “Barış” kelimesinden en çok bahseden kitlenin savaşın ta kendisi olduğu gerçeği, her gün yayınlanan haber bültenleri ile gözler önüne serilmekte. Vaziyet bu durumda iken, bazı ilahiyat profesörlerinin çıkıp inançsız bireyleri terörist ve şiddet yanlısı olarak yaftalamaları, tam anlamı ile “komşunun camını kırıp suçu yanındaki arkadaşına atan çocuk” zihniyeti olsa da, masumlaştırılamayacak kadar ciddi ve tek taraflı işleyen TCK 216/3 için yeterince sağlam bir malzemedir.
Asıl anlatmak istediğim, her bir ideolojik gruptan böyle insanlar çıkabilir, ancak genelde o gruptan çıkması göz ardı edilemeyecek olan bir gerçektir.
Aktivist Richard Dawkins, “binalarınıza uçaklar ile çarpmayacağım, inandığım değerler uğruna hiçbir canlıya zarar vermeyeceğim” dese de, dünyanın birçok ülkesinde uçaktan indiği anda öldürülmesi gereken bir hedeftir. Türkiye’de bile..
Altının çizilmesi gereken nokta, günümüzde kendini “militan” olarak adlandıran birçok inançsız dahi “militarizm”e karşıdır. Bu da aslında inanç sistemlerinin aksine, non-teist felsefi akımların pasif direnişlerdir. İnsan haklarından bahseden düşünce biçimlerinin, insan haklarını ihlal ederek zafere ulaşmayı hedeflemesi ironik olurdu zaten…
İnanç sistemleri bilim karşısında kaybetmeye mahkumdur
Tüm bu şiddet senaryolarının altında, inanç sistemlerindeki yayılmacı politikanın önemli bir rol aldığını düşünüyorum. Çünkü yayılmacı politika göz önüne alındığında psikolojik şiddeti sosyolojik anlamda değerlendirmek gerektiği gibi, diğer tüm faktörleri de makro perspektiften ele alarak büyük resme bakmak gerekir. Çünkü negatif bireysel olgular böyle bir misyon için anlamsız hale gelir, ki önemli olan sayılardır…
Fakat genellikle bir inanca sahip bireylerin ısrarla idrak edemediği nokta, non-teist felsefi akımların yayılmacı politikaları yoktur. Bu yüzden kendini “ateizm misyoneri” olarak tanıtan biri ile de karşılaşmak mümkün değildir. Varsa böyle biri, temelde sağlıksız düşünce sistemlerini henüz aşamamış diye düşünürüm. Çünkü, inançsızlık “bilimsel eğitim” ile er ya da geç ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda misyonerlik yapma gereği yoktur. Ayrıca inançsızlığın temel olduğu düşünce sistemleri kişiden kişiye göre değişeceğinden dolayı, yapılması planlanan ideoloji misyonerliği de tam anlamıyla kaos ile sonuçlanacaktır. Kaldı ki, bilimsel eğitim aynı zamanda “sorgulayıcı ve eleştirel bakış açısı” kazandıracağından dolayı uzun vadede misyonerlik yapacak birey de kalmamış olacaktır. Bence, inanç sistemleri bilim karşısında kaybetmeye mahkumdur. Geçmişten aldığım sayısız referans, bu düşüncemi de destekler niteliktedir.
Bundan dolayı Ateizm Derneği, her daim bilimsel eğitimi savunacak ve bunun için elinden geldiğince de savaş verecektir. Son dönemde hızla artan seküler ebeveynlerin dini eğitim muhafiyeti başvuruları için desteğini de esirgemeden, parlak düşünceli yeni nesiller yetişmesinde elinden geldiğince rol alacaktır.