DELİ KIZ
Size de hiç olur mu ? Yolda yürürken sürekli arkaya bakma ihtiyacı... Önceleri öldürülme korkusu yaşadığım için “ acaba takip mi ediliyorum?“ diye bakıyordum. Şimdi ise bu; alışkanlık haline dönüşmüş durumda. Artık biliyorum ki, arkama bakmak için hiçbir sebep kalmamış olmasına rağmen en küçük bir ses, bir tıkırtı, bir hareket söz konusu olduğunda arkama bakmam gerekiyor. Yoksa içim rahat etmiyor.
Yooook; öyle dramatize etmek gibi bir amacım yok. Ama anlatacaklarım zaten dramatik. Sadece şu anki durumumla başlayıp yine aynı şekilde yazıma son vermek, beni anlatmanın en iyisi olacağını düşündüğüm için. Çok mu roman okuyorum ne?
1969 doğumluyum. Üç kardeşin en büyüğüm. En küçük erkek kardeşim benden beş yaş küçük. Okula gitmem gereken yaşa geldiğimde, okula gönderilmedim. Çünkü erkek kardeşime benden başka bakacak hiç kimse yoktu. Yokmuş. O doğduğunda erkek doğduğu için babam herkese bahşiş dağıtmış. Bugün hala babam böbürlene böbürlene anlatır. Annemse iki kız evlattan sonra erkek olması için Allah’a dua ettiğini ve dualarının kabul olduğunu söyler. Evet dediğim gibi, o sene okula gitmedim ama Kur’an kursuna göndermeyi ihmal etmediler. Ne cami hocasını hatırlıyorum ne de derslerden kesitler var aklımda. Aklımda kalan ise köyün en yüksek ve en güzel yerine yapılan cami ve etrafındaki mezarlıklar. Ders bitiminde, mezarlıkların içinden köydeki diğer çocuklarla geçtiğimizi, geçerken Osmanlılar’dan kalma mezar taşlarının üstündeki yazıları ve şekilleri incelediğimi ve korktuğumu hatırlıyorum. Haa, bir de caminin içindeki tabutlar hafızamda. Ben, o yıl Kur’an kursuna başlayan çocukların arasında en başarılı olanlardandım. Çocukluğumdan beri kitap okumayı hep sevdim. Nasıl hevesle Kur’an okuduğumu ve nasıl mutlulukla namaz kılmaya başladığımı hatırlıyorum. On iki yaşıma geldiğimde sadece yaz tatillerinde kurslara gitmeme rağmen Kur’an’ın on iki sayfasını ezbere okuyabildiğimi hatırlıyorum. Daha sonraki yıllarda bir kitabın nasıl yazıldığını öğrendiğimde yazar olmak istediğimi hatırlıyorum.
İlkokula kız kardeşimle birlikte bir yıl gecikmeli başladım. İlkokul bitip on üç yaşıma geldiğimde babam her ikimizi de karşısına alıp “Okumaya devam etmek istiyor musunuz?” diye sordu. Yıllar sonra fark ettim babamın bu soruyu sormasının nedenini. Dedem de çocukları üzerinden para kazanmıştı. Tabii okumaktan hiç hoşlanmayan kız kardeşim hemen hayır cevabını yapıştırırken; ben farkında olmadan babama karşı ilk isyanımı gerçekleştirip EVET demiştim. Bu evet’in üç yıl boyunca burnumdan fitil fitil getirileceğini bilemezdim. Kız kardeşim çalışıp eve maddi destek sağladığı için el üstünde tutuluyordu. O yıllar, yani o üç yıl onun için de çok zor geçti. Biliyorum. On iki yaşında bir kız çocuğu bir peruka ve kuaför salonunda çay servisi yapıyor, yerleri temizliyordu. Ama evdeki durumumuz; ben, kitap okuduğum için adı deliye çıkan, kız kardeşim ise aklı başında sorumluluk sahibi biri. Bir topluluğa girildiğinde O övünç kaynağı idi. Ben hep ezik. Elbette bu üç yıl içinde bir çok şey yaşadım ama beni etkileyen iki anı çok belirgin.
Ortaokul yıllarımdı ama hangi doğum günümdü hatırlamıyorum; kafamda bir tarih yok. Okul arkadaşlarım doğum günü yapıyor. Ben de genç kızlığa adım attım, atacağım. Hafiften dikkat çekmeye başlıyorum. Hatta biraz da kendim dikkat çekme çabası içerisindeyim. Ve anne ikna ediliyor. Eeee baba da o zamanlar ünlü olan bir pastanede garson olarak çalıyor. Yanı pasta cepte. Ben bu kutlamayı yaparken aklımda başka şeyler var; annemin aklı çeyiz biriktirmekte. Olsun, annem ne biriktirirse biriktirsin, benim için bir doğum günü partisi düzenlensin de kim ne düşünürse düşünsün. Aaaaaa oda ne? Ve hediyelerden biri bir kitap çıkmasın mı? Aradan kaç yıl geçti; kitabın üzerinde ellerimi nasıl dolaştırdığımı bugün gibi hatırlıyorum. Kitabı da hatırlıyorum hiç unutmadım. “SAFAHAT-Mehmet Akif Ersoy. Bütün Eserleri’’. Kitabın kapağı da sayfaları da birinci kaliteydi. Gerçi okuduğumda hiçbir şey anlamamıştım ama olsundu. Lise öğretmeni olan halamın eşi hediye etmişti. Annem hediye paketini açtığında o herkesin çok hoşlandığı Karadeniz- Hemşin şivesiyle; “Bu adam delu du heralde” demişti.
İkinci anımsa, bir gecekondunun bahçesinde yaşanıyor. O zaman oturduğumuz gecekonduda su tesisatı yok. Eve yakın bir kaynak suyu var; o çevrenin sakinleri su ihtiyaçlarını bu kaynak suyundan temin ediyorlar. Ben ortaokulu bitirmiş; babası cezaevine düştüğü için kardeşi gibi çalışmaya başlamış henüz on altısını yeni bitirmiş bir genç kız. Bu kız bir akşam işten eve dönüyor. Annesini bahçede çamaşır yıkarken buluyor. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bu olay o zamanın rutinlerinden biri. Çamaşır yıkamak için bir ateş yakılır. Kazan içersinde su ısıtılır. Çamaşırlar bu kazanda ısıtılan suda yıkanır. Bunların hiç birinde şaşılacak bir durumu yok. Rutin olmayan durumsa annemin ateşi harlaması için kazanın altına attığı kitaplarımdı. Şey sanırım biraz ara vermeliyim. Boğazımda bir düğüm, ee gözüme de toz kaçtı sanırım….
On sekiz yaşındayım. Babam o yıllarda cezaevinde olduğu için akrabalardan ve etraftan yardım görüyörüz. Ben de bir hayırseverin yardımlarıyla Ankara’nın o zamanlar tek beş yıldızlı oteline oda temizlikçisi olarak başladım. Bana göre benim için dönüm noktasını orada yaşadım.
İşte üçüncü anım: Sonradan öğreniyorum ki; işe alınırken aradıkları iki özelliğe sahipmişim. Birincisi eli-yüzü düzgün olmam (ki buna güzel diyorlar ), ikincisi genç olmam. Yine sonradan öğreniyorum ki; çalışıyor olan ama emekliliği çoktan gelmiş personel çıkartılacak ve kadro gençleştirilecek. Adını bile hatırlamadığım (bunun için sonradan hicap duydum) yaşlı amca, gazete bulmacası çözüyor. Çözdüğü bulmacalara baktım; hiç birini bilmiyordum. Sanırım amca altmış küsür yaşındaydı ve çözdüğü bulmacada hiç boş bıraktığı kutucuk yoktu. Çok iyi hatırlıyorum; kendime sinir olmuştum. Tabii kolayca bulmaca nasıl çözülür öğrendim. Ama sadece bunu öğrenmedim ki... Bilmediğim kelimelerin ne anlama geldiğini araştırdım. Bir kelime, iki kelime, üç kelime ve derken bir çok şey... Sonra gazete okumaya başladım. Gazetede bilmediğim kelimeleri araştırdım. Bu bende tik haline gelmeye başlamıştı. Nerede bilmediğim bir kelime görsem, okusam veya duysam mutlaka öğrenmeliydim. Derken köşe yazılarını okumaya başladım. Köşe yazısı nedir, köşe yazarı kimdir, öğrendim. Sonra sol yanıma yakın olan yazarların köşelerini okumaya başladım. Bu benim sol yanım var ya; her şey bu sol yanım yüzünden oldu. Makalelerini okuduğum yazarların kitaplarını okumaya başladım.. Eee beni durdurabilene aşk olsun.
Okudum, okudum; derken bir gün öğrendiğim şeylerle, inandığım din arasında adını koyamadığım şeyler vardı. Hep aklımdaydı şöyle okkalı bir şekilde şu dinimi okumalıyım diyordum ki; bir gün kitapçıda TURAN DURSUN’la tanıştım. Şu an hatırlamıyorum hangi kitabından başladığımı ama, kitabı bitirmeden şuna karar vermiştım; Kur’an’ı yeniden okuyacaktım. Başladım. Tabii önce yanlış başladım. Sonra bir sıralama yapmaya karar verdim. Nüzül (iniş) sırasına göre basılmış bir Kur’an aradım. Önümde Kur’an, yanında peygamberin hayat hikayesi, bir tesfir, bir hadis, araya giren Turan Dursun’lar, gösterdiği kaynak kitaplar, tam üç yılımı aldı okumak. Veeeee üç yılın sonunda ben olmuştum. Ben olmuştum.
Bu üç yılın tam neresinde bilmiyorum ama bir noktaya geldiğimde başımı iki elimin arasına aldım “ Tanrım sanırım deliriyorum “ dediğimi hatırlıyorum. O arada tanıdığım bir çok kişinin bana “deli” dediğini de hatırlıyorum. Beynimim içi arı kovanı gibiydi. Önceleri sadece ben böyleyim sanıyor insan. Sonra izlediğim TV programlarında açıktan açığa söyleyemeseler de aslında benim gibi düşündüklerini fark ettim. Benimle birlikte izleyen yakınlarım ne dediklerini anlamıyorlardı bile. Tarihe de meraklı olduğum için bazı tarih yazarlarının da benim gibi düşündüklerini gözlemledim . Sanırım yalnız değildim. Ama sol yanıma yakın olanlara çok uzaktım. Hala suskundum. Kimseyle düşüncemi paylaşmış, konuşmuş değildim. Düşüncelerimi söyleyebileceğim beni anlayacak hiç kimsem yoktu ki.
Şimdi yazmaya başlayınca fark ettim ki; 24-25 yaşından beri ATEİSTim . Şu an 46 yaşındayım. Bunu bir buçuk ay öncesine kadar Zehra Hanım (ZEHRA LAKSHMİ PALA) yardımıyla söyleyebildim.
Yirmi dokuz yaşındaydım evden ayrıldığımda. Babaya bir telefon açarak evden ayrıldım. Bu hiç de kolay olmadı. Benim evden ayrılmam demek ölüm fermanımı imzalamam demekti. Telefonda babama ip mi, bıçak mı, silah mı kullanacaksın bilmiyorum ama ben gidiyorum demiştim. Babamda bana “SİKTİR OL GİT” demişti. O telefonu nasıl açtım. Bunları nasıl söyledim bilmiyorum. Ama eğer o evde kalmış olsaydım, zaten yavaş yavaş ölecektim. Ölmedim ama hastalandım. Öldürülme korkusu psikolojimi mahvetmişti. İyi bir işim rahat geçinebilecek kadar maaşım vardı ama hiç birikmişim yoktu. Çünkü babam tüm maaşıma el koyuyordu. Sık sık tekrarladığı ve benim hiç unutmayacağım o cümlesi. “Bu evin horozu benim maaşlar bana gelecek” derdi. Önce bir oda kiraladım. Üç ay sonra küçük bir daire kiraladım.Evden ayrıldıktan üç yıl sonra da kendime ait bir evim vardı. Ama dedim yaa hastalanmıştım. Bu üç yılı hastalıkla mücadele ederek geçirdim. Geceleri kabuslar görüyordum. Sonra sokakta yürürken arkama bakmaya başladım. Artık sokakta yürüyemez olmuştum. Hatırlamadığım kadar kaza atlattım. Durup dururken ağlıyordum. Tedavi görmeye karar verdim. İki yıl kadar süren terapi seanslarım oldu. En büyük yardımcım işim oldu. Okul mezunu olmadığım için, işimde ilerlemek için alabildiğim bütün eğitimleri almaya çalıştım. Tabii bu arada kitap okumaya devam ettim. Kitaplar en iyi arkadaşımdı. Hep en sıkıştığım anda nasıl oldu bilmiyorum alıp okuduğum kitap bana yol gösteriyor tekrar ayağa kalkmamı sağlıyordu. Hastalandığım dönemde insan psikoloji hakkında da kitaplar okumuştum. Kitap okudukça ne kadar cahil olduğumu farkettim. Okul bitirememek hep içimde bir yaraydı. Şimdi dışardan okul bitiriyorum. Gerçekleştirebilir miyim bilmiyorum ama Tarih (Sümeroloji) okumak istiyorum.
Bu gün hala arkama bakarak yürüyorum. Buna bir türlü engel olamıyorum. Ama eskisi gibi korktuğum için değil sanırım alışkanlık ya da adı her neyse bilmiyorum.
Eskisiyle kıyasladığımda çok daha ÖZGÜRÜM ve özgür olmak çok güzel.