Erkek adamın erkek çocuğu olur böbürlenmesi ardından, eşinin kız çocuğu doğurması ne kadar ayıp ise Türkiye’de ateist olmak da o denli ayıplanacak ve saklanacak bir durum olarak karşımıza çıkar.
Ateistlerin kendisini ifade etmesi bir yana, görüşleri gereği; oruç tutmadığı için şişlenmesi, izlenmesi, mimlenmesi ve bir punduna getirip öldürülmesi yöresine göre biçimlenmektedir.
Karpuzun Adana’da, tütünün Samsun’da yetişmesi gibi, her kentin ateistlere uyguladığı baskıda değişkenlik gösterir. Kulağı kesilenler, saçları cam parçasıyla kazınanlar ve müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayız dayağı yiyenler kendilerini şanslı hissedenlerdir. Çünkü şikâyet mercii kuruma sığındığınız takdirde, bir tekrarını da burada yaşamanız kaçınılmazdır, fişlenme dışında.
Oysa iddia ettikleri gibi, İslam hoşgörü dini değil, dini şartları yerine getirmeyenlerin budandığı bir ülkedir. Daha doğrusu İslam kendi dışındaki tüm inançlara da kapalı bir dindir. Çok basit bir örnek ise az önce İslam kelimesinin ilk harfini küçük yazmamı otomatik olarak büyük harfe çevirmektedir. Yazım kuralı bile islamın istediği ölçülerde uygulanacak ise varın siz gerisini düşleyin.
Okul - kantin - sokak - mahalle, bu kutsal ayda adeta ruh emiciler tarafından kuşatılmış gibidir. Kendini İslam olarak tanımlayan ancak oruç tutmayan birisi bile sigarasını kaçak tüttürmek zorundadır.
Tüm bu zorunluluk yasası hoşgörü dininin sonuçlarıdır ve sıra kendi inancından olmayanı katletmeye, yakmaya gelecektir. Maraş, Çorum, Sivas vahşeti İslam dininin ne denli hoşgörülü olduğunun açık bir göstergesi olarak tarih sayfalarındaki yerini alacaktır.
Vatandaşlarının %99’un İslam olduğu bir ülkede, neden hummalı bir telaşla ateistlere cephe alındığı bir türlü sorgulanmayanlar arasındadır. Size %99 mu yetmiyor, yoksa %1 mi ürkütüyor? Doğrudur; Galileo, kilisenin dünya eksenli bakışına karşı geldiğinde evrende bir kişiydi. Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi, bilim ile dinin ilk raundudur. Korkuları bu yüzdendir ve bu %1’lik kısım bile onlara göre yok edilmelidir.
Çünkü ateistler emek sömürüsü önündeki çalı çırpı, diken gibidir ve acilen kazınmalı, sürülmeli, gerekirse yakılmalıdır.
26 Ocak 1976 tarihinde İstanbul’da yumurtanın tanesi 165 kuruşa çıktı. 26 aralık 2013 yumurtanın fiyatı 60 kuruş.
Şaşırdınız değil mi? Tavuk fabrikasyona döndüğü için mi yumurta fiyatı ucuzlamıştır!? Eğer 6 adet sıfırın liradan silindiğini unutmuşsak, evet. 76 senesinden bu yana yumurta fiyatı 400 bin lira artmış. Yani bugün bir yumurta yerine o günün parası elimizde olsa 400 000 yumurta alma imkânımız varmış. Bu örneği neden yazdık? Çünkü; artık “din sömürüsü” emek sömürüsünün önüne geçmiştir.
Çünkü; şükredilecek bir evren yaratmak, emek sömürüsü önüne yığılan barikatların da kaldırılması demek olacaktır.
Çünkü; başkaldıracak, boyun eğecek ve yaptıklarının hesabını öteki tarafta sorulmasını sağlayacak bir evren yaratmak kapitalizmin en başat sorunudur.
İş kazalarını, maliyetli önlemler yerine, ‘kader’ deyip geçmek kapitalistlerin yine en sevdikleri çözüm yöntemidir. Savaşa ve sömürüye başkaldıranlara cehennemde ceza, boyun eğenlere, şükredenlere ise cennette ödül sunmaları dolayısıyla, uysallaşmış ve kanaatkâr bir ulus yaratmakta önemli bir dönemeç olduğunu bilirler. Tüm bu nedenler, ateistlerin öncül olarak sahnede yer almalarını zorunlu kılıyor.
Doğaüstü kavramları daha iyi kavramamız, emekten yana daha kazançlı çıkacağımızı gösterir. Çünkü ‘umut’, umutsuzluğu en iyi ifade eden acınası bir sözcüktür. Emekten yana bir dünya asla umut eksen olamaz. Adalet ve merhamet sunan bir yaratıcının, kitlelere yapılan zulümleri, cennetini bile taşıracak doluluğa ulaşmıştır.
Tüm bu akıl bozukluğunun önüne geçecek ve insan zihninin genişlemesine yardımcı olacak en önemli aktörler yine ateistler olmak zorundadır.
Çünkü inanış, statik ve sabittir. Soru ve sorgulamaya kapalıdır. Katılık ve ön kabul içerir.
Evren ezeli midir yoksa sonradan mı yaratılmıştır gibi trafik sorusuna benzeyen bir soru karşısında, elbette ki sonradan yaratmıştır diyen bir hizmetkâr, her şeye kadir bir gücün evreni neden sonrasında yarattığını hiçbir zaman öğrenmek istemez.
Oysa “kudreti ezeli olduğu halde evreni sonradan yaratan bir yaratıcının; sonrasında yarattığı şey için neden beklediği değil, sonradan yaratacağını kendisinin başından beri bilmediği anlamına gelir. Bu durumda, sonradan belirleyeceğini başından bilmeyen bir iradeden söz etmiş oluruz ki bu da zorunlu olarak tanrı iradesini ve ezeli davranışını değiştiren bir yaratıcıyı sorgulamamız için yeterli bir sebeptir.”
Oysa statik düşünüş biçimi, insan beyninin gelişimini sıfırlaması ve kapitalizme daha iyi hizmet eden kullar yaratması açısından sorgulamanın önünü daha yolun başından keser.
4+4+4, AKP zihniyetinin taşıdığı rol değil, endüstriyel tasarımcıların uygulamaya koydukları biyolojik bir tasarımdır. Ezber yöntemine dayalı uygulamasız eğitim, proses ya da tekrarlanan deneyim dediğimiz baskılama, hücreyi değişime uğratırken, nöron hücrelerince kodlanan ezber yapı, ezberletileni ezberlediği şekilde saklar. Duyarlı Evre dediğimiz bu dönem 0-4 yaş arasını kapsar. Kur’an kursları, yuvalar ve ev içi ezber yaşam bu dönemde başlar. Bu evrede aktarıcı görevi üstlenen aile yapısı, kendilerine yüklenen ve ezberlerinde bulunan hurafe söylemleri ardından gelen ardıllarına aktarır.
Bu aktarımın içinde bilgi değil, inanç ağırlık taşır. Çünkü inanmamak ona göre çok daha zordur.
Oysa bildiğini aktarmak, zahmetsiz bir koşullanmanın kapılarını aralar, kendisinin şartlandığı gibi.
Ergenlik dönemine tırmanan genç, bu kolaycılıkla büyüklerinin arkasından gitmeye hazırdır. İşte Türk ateistlerinin karşılaştıkları bu ilk eşik, o Duyarlı Evre döneminde örülür. Gece tırnak kesilmez, sağ elle kıç yıkanmaz, yataktan soldan kalkınmaz gibi kesin ifadeler; muska, nazarlık, kurşun dökme gibi eylemlerle devam eder ve Allah akıl fikir versin, Allah aratmasın, Allah artırsın, Allah beterinden saklasın gibi dilekler dışında; Allah cezasını versin, Allah düşmanıma vermesin, Allah gecinden versin, Allah korusun gibi isteklerle devam eder. Biyolojik beyin, bu yaş aralığında, hiçbir sorgulama ve yargılama dönemi yaşamamışsa, itaatkar bir genç olarak yetişir. İşte Türkiye’deki ateistlerin ikinci aşılmaz eşiği bu gençliktir. Çünkü beyin artelleri çoktan işgal edilmiş, odalar tutulmuş ve herhangi bir yeni fikrin bu dolu odalara girmesi engellenmiştir.
Avrupa ülkelerine kıyasla her cami dibinde yuvalanan kuran kursları, bu gençliği ezber dehlizine çekerek geri dönülemez bir felaketle karşı karşıya getirir.
Çünkü koşullanmak denen bu evre, artık donmuş bir evredir ve biyolojik olarak asla çözülemez. Çünkü cennet müjdesiyle kuşatılmış bir gencin bedenine doladığı bombalar ve edindiği ezber, fitilin ateşlenmesinden daha önemli değildir.
“Artık bu dönemeçten sonra düzlüğe çıkarız“ düşüncesinin hemen ardında cehalet denilen bir hayaletle karşı karşıya kalırız.
Allah korusun, Allah kavuştursun, Allah manda şifası versin dizeleri eyleme dönüşür. Kız çocuklarının hastalığı karşısında doktorlar yerine üfürükçüden, cin çıkarıcıdan medet umulur.
Peki neden önce gerçek kudrete sığınılmaz da yaverlerden medet umulur. Cehalet çocuktan ümidini kesmiştir; cinlerin de fayda sağlamayacağını kendisi de bilir. Ancak büyük kudreti sorgulamak yerine, cini ya da kendisini sorumlu tutması; onlara boyun eğdirmeden önce, onlar çoktan boyun eğmeye hazırdılar evresini boyun eğerek geçirdikleri içindir. Allah’ın verdiği canı yine Allah alır fikriyle çocuğunu gömer.
Türkiye’deki bu eşik, bu sebeplerden ötürü, aşılması mümkün olmayan engellerdir. Çünkü tüm bu eşiklerin sonuna geldiğine inanıldığında, daha yokuşun başında olduğumuzu görürüz. Çünkü aklımıza takılan her sorunun ve her şeyin Kur’anda belirtilmiş - yazılmış olduğunu savunanlarla karşılaşırız. Her şeyin yazılmış olduğuna inananlar aynı zamanda özgür iradesinin olduğunu söyleyenlerdir.
Ancak kendi kitaplarında yazılanlardan haberleri yok gibidir. “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bu kitapta yazılmış olmasın...” ifadesinden anladıkları şey, seçme özgürlüklerinin seçilmemiş olduğunu söylendiğidir.
Ve kadınlarımız... Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız... Suskun çaresiz ve çözümsüz kadınlarımız.
Kocasının kapitalizme daha iyi hizmet vermesi için onu hazırlayan kadınlarımız. Gömleğini ütüleyen, yemeğini kaynatan kadınlarımız.
Gece yatağına sessizce girer. Kendisinin mutlu olmasını kocasının mutluluğunda görür. Güne şükreder, bereket duasını eder ve doğacak çocuğunun oğlan olmasını diler.
Bu kadın gülmez, kahkaha atmaz, neşelenmez. Beyine laf söylemez. O ne demişse baş eğer. Tartışmaz - Bilmez - Ses çıkarmaz. Okumaz - Yazmaz - Herhangi bir çalgı aleti çalmaz. Sokakta kimsenin gözüne bakmaz. Ama erkeğinin üzerine kuma getirmesini ses etmez. Etken-edilgen, somut-soyut, materyalist- idealist, diyalektik- durağanlık gibi sözcükleri hiç anlamaz, bilmez.
Ateistler için bu daha merdivenin başıdır; çünkü çocuk doğmuş ve nazarlığı dualarla giysisine iliştirilmiştir. En büyük asker bizim asker sloganıyla uğurlanır. Geri dönmezse, “Hak” yolunda ölmüştür. Merdiven basamakları bununla da bitmez. Seksen iki bin cami, günde beş kereden altmış senede 9 milyar kez ezan okur.
Ve her 9 km2 içinde bir ibadet - hane-cami vardır. Bu alana dağlar, tepeler, ovalar, nehirler de dâhildir.
Eğer bunları elerseniz, her bir kilometrekare içinde bir cami mutlaka karşınıza çıkacak demektir.
Tuhaflık şuradadır ki 60 senelik ömrümüzde 90 bin kez dinlediğimiz ezanın tamamı hakkında hiçbir fikrimiz yok gibidir.
“Allah her şeyden büyüktür. Allah’tan başka hiç bir ilâh olmadığını biliyor ve ilân ediyorum. Muham- med’in, Allah’ın elçisi olduğunu biliyor ve ilân ediyorum. Haydi namaza koşun. Haydi kurtuluşa koşun” der.
Cemaatle kılınan namazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletli ve sevabı da münferiden kılınan namazdan 27 kat daha fazla olduğu söylenir. Allah’ın ilah olduğu dışında en dikkat çekici yan ise namaza koşmamız gereğidir. Yoksa 27 kat sevap kazanmak için midir bu koşuşturma?
Ateistleri kuşatan dikenli çemberlerden birisi de hiç kuşku yok ki sosyalist örgütlenmelerdir ki bu yapılar “inanç” özgürlüğüne karşı olmadıklarını dile getirir. Bu acınası sözcüğe isterseniz başka bir boyuttan bakalım.
İnanç; inanmayla ilgili bir kavramdır ve nesnelliği yoktur. Şimdi... Suyun çinko olduğuna inanmış birisini ele alalım. Onun hakkında ne düşünürsünüz? Büyük olasılıkla aklını yitirmiş dersiniz değil mi? Ve suyun çinko olduğuna inanmış birisine fazla diyecek lafınız olmayabilir. Ancak suyun çinko olduğuna inananlar artar ve bu görüşe tapınma başlarsa, toplumsal delilik olduğunu düşünürsünüz.
Bu örneği basitleştirmemizin nedeni, neyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi görebilmektir. Çünkü inancı çinko dahi olmayan, olmamış olan, yokluk olan, hiçlik olan
bir inanışın; çinkodan daha değerli ve daha mertebeli olduğunu söylemiş olmuyor muyuz din özgürlüğünü savunurken?
Din, öncül bir hareket değildir, doğru. Ezilen sınıf içinde inananların olması da kaçınılmazdır. Bu düşünüş de doğrudur.
Ancak suyun çinko olduğuna verdiğiniz aşırı tepkiden, çok daha azını neden din konusunda vermediğinizi de sorgulamanız gerekir. İşte, Türkiye’deki ateistlerin durumu bu denli zor ve bir o kadar da dikenli bir yoldur.
Türkiye’de ateist olmanın diğer bir zorluğu da kırk nedenimizin en başında örgütlülüğümüzün olmamasıdır. Diyanet bütçesinin detayı bile, otuz dokuzuncu sırada yer alır.
Evet. Akıldışı bir tarihe tanıklık ediyoruz. Çağlar ötesinden günümüze taşınan dinsel doktrinler toplumları köle-inanç ekseninde hizalamaya çalışıyor. Bu tarihsel sapkınlık; balıkçıların, toprak emekçilerinin, sanayi işçilerinin, kafa emekçilerinin ve maden emekçilerinin tarihsel birikimlerini; zenginlerin, tefecilerin, bankerlerin sofralarına ve onların işlediği suçları örtmekte kullanılıyor. Patrikhaneleri ve Ortodoksluğu, yoksulluk ve cehalet besliyor.
Çevremizi saran çitler o denli hızlı yol kat ediyor ki, biz daha birini kesemeden diğer çitler kuşatmaya devam ediyor. İnsanın doğasını, aklını, geleceğini, sevgisini ve birikmiş emeğinin hırsızlığını sürdürenlere, / yine şükredenler şükür dileyerek sahip çıkıyor.
Ve bu sebeple, Emeğin kurtuluşu / Emperyalizmin en güçlü kaldıraç kollarından biri olan inanç kolunun kırılmasıyla olası hale gelecektir. Ve şükredilecek bir dünya / ve bu sebeple yerini başkaldıran bir dünyaya bırakacaktır.