Ateistlerin Türkiye’de Söz Söylemesinin Önemi

Ateistlerin Türkiye’de Söz Söylemesinin Önemi

01/01/2014

Erkek adamın erkek çocuğu olur böbürlenmesi ardından, eşinin kız çocuğu doğurması ne kadar ayıp ise Türkiye’de ateist olmak da o denli ayıplanacak ve saklanacak bir durum olarak karşımıza çıkar.

Ateistlerin kendisini ifade etmesi bir yana, görüşleri gereği; oruç tut­madığı için şişlenmesi, izlenmesi, mimlenmesi ve bir punduna getirip öldürülmesi yöresine göre biçim­lenmektedir.

Karpuzun Adana’da, tütünün Samsun’da yetişmesi gibi, her ken­tin ateistlere uyguladığı baskıda de­ğişkenlik gösterir. Kulağı kesilenler, saçları cam parçasıyla kazınanlar ve müslüman mahallesinde salyangoz sattırmayız dayağı yiyenler kendi­lerini şanslı hissedenlerdir. Çünkü şikâyet mercii kuruma sığındığınız takdirde, bir tekrarını da burada yaşamanız kaçınılmazdır, fişlenme dışında.

Oysa iddia ettikleri gibi, İslam hoşgörü dini değil, dini şartları ye­rine getirmeyenlerin budandığı bir ülkedir. Daha doğrusu İslam kendi dışındaki tüm inançlara da kapalı bir dindir. Çok basit bir örnek ise az önce İslam kelimesinin ilk harfi­ni küçük yazmamı otomatik olarak büyük harfe çevirmektedir. Yazım kuralı bile islamın istediği ölçüler­de uygulanacak ise varın siz gerisini düşleyin.

Okul - kantin - sokak - mahalle, bu kutsal ayda adeta ruh emiciler tarafından kuşatılmış gibidir. Ken­dini İslam olarak tanımlayan ancak oruç tutmayan birisi bile sigarasını kaçak tüttürmek zorundadır.

Tüm bu zorunluluk yasası hoşgö­rü dininin sonuçlarıdır ve sıra ken­di inancından olmayanı katletmeye, yakmaya gelecektir. Maraş, Çorum, Sivas vahşeti İslam dininin ne denli hoşgörülü olduğunun açık bir gös­tergesi olarak tarih sayfalarındaki yerini alacaktır.

Vatandaşlarının %99’un İslam olduğu bir ülkede, neden hummalı bir telaşla ateistlere cephe alındığı bir türlü sorgulanmayanlar arasın­dadır. Size %99 mu yetmiyor, yoksa %1 mi ürkütüyor? Doğrudur; Ga­lileo, kilisenin dünya eksenli bakı­şına karşı geldiğinde evrende bir kişiydi. Dünya’nın Güneş etrafında dönmesi, bilim ile dinin ilk raundu­dur. Korkuları bu yüzdendir ve bu %1’lik kısım bile onlara göre yok edilmelidir.

Çünkü ateistler emek sömürüsü önündeki çalı çırpı, diken gibidir ve acilen kazınmalı, sürülmeli, ge­rekirse yakılmalıdır.

26 Ocak 1976 tarihinde İstan­bul’da yumurtanın tanesi 165 kuru­şa çıktı. 26 aralık 2013 yumurtanın fiyatı 60 kuruş.

Şaşırdınız değil mi? Tavuk fabri­kasyona döndüğü için mi yumurta fiyatı ucuzlamıştır!? Eğer 6 adet sıfırın liradan silindiğini unutmuş­sak, evet. 76 senesinden bu yana yumurta fiyatı 400 bin lira artmış. Yani bugün bir yumurta yerine o günün parası elimizde olsa 400 000 yumurta alma imkânımız varmış. Bu örneği neden yazdık? Çünkü; artık “din sömürüsü” emek sömü­rüsünün önüne geçmiştir.

Çünkü; şükredilecek bir evren yaratmak, emek sömürüsü önüne yığılan barikatların da kaldırılması demek olacaktır.

Çünkü; başkaldıracak, boyun eğecek ve yaptıklarının hesabını öteki tarafta sorulmasını sağlayacak bir evren yaratmak kapitalizmin en başat sorunudur.

İş kazalarını, maliyetli önlemler yerine, ‘kader’ deyip geçmek kapi­talistlerin yine en sevdikleri çözüm yöntemidir. Savaşa ve sömürüye başkaldıranlara cehennemde ceza, boyun eğenlere, şükredenlere ise cennette ödül sunmaları dolayısıy­la, uysallaşmış ve kanaatkâr bir ulus yaratmakta önemli bir dönemeç ol­duğunu bilirler. Tüm bu nedenler, ateistlerin öncül olarak sahnede yer almalarını zorunlu kılıyor.

Doğaüstü kavramları daha iyi kavramamız, emekten yana daha kazançlı çıkacağımızı gösterir. Çün­kü ‘umut’, umutsuzluğu en iyi ifade eden acınası bir sözcüktür. Emek­ten yana bir dünya asla umut eksen­ olamaz. Adalet ve merhamet su­nan bir yaratıcının, kitlelere yapılan zulümleri, cennetini bile taşıracak doluluğa ulaşmıştır.

Tüm bu akıl bozukluğunun önü­ne geçecek ve insan zihninin geniş­lemesine yardımcı olacak en önemli aktörler yine ateistler olmak zorun­dadır.

Çünkü inanış, statik ve sabittir. Soru ve sorgulamaya kapalıdır. Ka­tılık ve ön kabul içerir.

Evren ezeli midir yoksa sonradan mı yaratılmıştır gibi trafik sorusuna benzeyen bir soru karşısında, elbet­te ki sonradan yaratmıştır diyen bir hizmetkâr, her şeye kadir bir gücün evreni neden sonrasında yarattığını hiçbir zaman öğrenmek istemez.

Oysa “kudreti ezeli olduğu halde evreni sonradan yaratan bir yaratı­cının; sonrasında yarattığı şey için neden beklediği değil, sonradan yaratacağını kendisinin başından beri bilmediği anlamına gelir. Bu durumda, sonradan belirleyeceği­ni başından bilmeyen bir iradeden söz etmiş oluruz ki bu da zorunlu olarak tanrı iradesini ve ezeli dav­ranışını değiştiren bir yaratıcıyı sor­gulamamız için yeterli bir sebeptir.”

Oysa statik düşünüş biçimi, in­san beyninin gelişimini sıfırlaması ve kapitalizme daha iyi hizmet eden kullar yaratması açısından sorgula­manın önünü daha yolun başından keser.

4+4+4, AKP zihniyetinin taşıdığı rol değil, endüstriyel tasarımcıların uygulamaya koydukları biyolojik bir tasarımdır. Ezber yöntemine da­yalı uygulamasız eğitim, proses ya da tekrarlanan deneyim dediğimiz baskılama, hücreyi değişime uğra­tırken, nöron hücrelerince kodla­nan ezber yapı, ezberletileni ezber­lediği şekilde saklar. Duyarlı Evre dediğimiz bu dönem 0-4 yaş arası­nı kapsar. Kur’an kursları, yuvalar ve ev içi ezber yaşam bu dönemde başlar. Bu evrede aktarıcı görevi üstlenen aile yapısı, kendilerine yüklenen ve ezberlerinde bulunan hurafe söylemleri ardından gelen ardıllarına aktarır.

Bu aktarımın içinde bilgi değil, inanç ağırlık taşır. Çünkü inan­mamak ona göre çok daha zordur.

Oysa bildiğini aktarmak, zahmetsiz bir koşullanmanın kapılarını aralar, kendisinin şartlandığı gibi.

Ergenlik dönemine tırmanan genç, bu kolaycılıkla büyüklerinin arkasından gitmeye hazırdır. İşte Türk ateistlerinin karşılaştıkları bu ilk eşik, o Duyarlı Evre döneminde örülür. Gece tırnak kesilmez, sağ elle kıç yıkanmaz, yataktan soldan kalkınmaz gibi kesin ifadeler; mus­ka, nazarlık, kurşun dökme gibi ey­lemlerle devam eder ve Allah akıl fikir versin, Allah aratmasın, Allah artırsın, Allah beterinden saklasın gibi dilekler dışında; Allah cezasını versin, Allah düşmanıma verme­sin, Allah gecinden versin, Allah korusun gibi isteklerle devam eder. Biyolojik beyin, bu yaş aralığın­da, hiçbir sorgulama ve yargılama dönemi yaşamamışsa, itaatkar bir genç olarak yetişir. İşte Türkiye’de­ki ateistlerin ikinci aşılmaz eşiği bu gençliktir. Çünkü beyin artelleri çoktan işgal edilmiş, odalar tutul­muş ve herhangi bir yeni fikrin bu dolu odalara girmesi engellenmiş­tir.

Avrupa ülkelerine kıyasla her cami dibinde yuvalanan kuran kursları, bu gençliği ezber dehlizi­ne çekerek geri dönülemez bir felaketle karşı karşıya getirir.

Çünkü koşul­lanmak denen bu evre, artık donmuş bir evredir ve bi­yolojik olarak asla çözüle­mez. Çünkü cennet müjde­siyle kuşatılmış bir gencin bedeni­ne doladığı bombalar ve edindiği ezber, fitilin ateşlenmesinden daha önemli değildir.

“Artık bu dönemeçten sonra düzlüğe çıkarız“ düşüncesinin he­men ardında cehalet denilen bir ha­yaletle karşı karşıya kalırız.

Allah korusun, Allah kavuştur­sun, Allah manda şifası versin di­zeleri eyleme dönüşür. Kız çocukla­rının hastalığı karşısında doktorlar yerine üfürükçüden, cin çıkarıcı­dan medet umulur.

Peki neden önce gerçek kudrete sığınılmaz da yaverlerden medet umulur. Cehalet çocuktan ümidini kesmiştir; cinlerin de fayda sağla­mayacağını kendisi de bilir. Ancak büyük kudreti sorgulamak yerine, cini ya da kendisini sorumlu tut­ması; onlara boyun eğdirmeden önce, onlar çoktan boyun eğmeye hazırdılar evresini boyun eğerek geçirdikleri içindir. Allah’ın verdiği canı yine Allah alır fikriyle çocuğu­nu gömer.

Türkiye’deki bu eşik, bu sebep­lerden ötürü, aşılması mümkün olmayan engellerdir. Çünkü tüm bu eşiklerin sonuna geldiğine ina­nıldığında, daha yokuşun başında olduğumuzu görürüz. Çünkü aklı­mıza takılan her sorunun ve her şe­yin Kur’anda belirtilmiş - yazılmış olduğunu savunanlarla karşılaşırız. Her şeyin yazılmış olduğuna ina­nanlar aynı zamanda özgür iradesi­nin olduğunu söyleyenlerdir.

Ancak kendi kitaplarında ya­zılanlardan haberleri yok gibidir. “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bu kitapta yazılmış olmasın...” ifa­desinden anladıkları şey, seçme öz­gürlüklerinin seçilmemiş olduğunu söylendiğidir.

Ve kadınlarımız... Soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ka­dınlarımız... Suskun çaresiz ve çö­zümsüz kadınlarımız.

Kocasının kapitalizme daha iyi hizmet vermesi için onu hazırlayan kadınlarımız. Gömleğini ütüleyen, yemeğini kaynatan kadınlarımız.

Gece yatağına sessizce girer. Kendisinin mutlu olmasını koca­sının mutluluğunda görür. Güne şükreder, bereket duasını eder ve doğacak çocuğunun oğlan olmasını diler.

Bu kadın gülmez, kahkaha at­maz, neşelenmez. Beyine laf söy­lemez. O ne demişse baş eğer. Tar­tışmaz - Bilmez - Ses çıkarmaz. Okumaz - Yazmaz - Herhangi bir çalgı aleti çalmaz. Sokakta kimse­nin gözüne bakmaz. Ama erkeği­nin üzerine kuma getirmesini ses etmez. Etken-edilgen, somut-soyut, materyalist- idealist, diyalektik- du­rağanlık gibi sözcükleri hiç anla­maz, bilmez.

Ateistler için bu daha merdive­nin başıdır; çünkü çocuk doğmuş ve nazarlığı dualarla giysisine ilişti­rilmiştir. En büyük asker bizim as­ker sloganıyla uğurlanır. Geri dön­mezse, “Hak” yolunda ölmüştür. Merdiven basamakları bununla da bitmez. Seksen iki bin cami, günde beş kereden altmış senede 9 milyar kez ezan okur.

Ve her 9 km2 içinde bir ibadet - hane-cami vardır. Bu alana dağlar, tepeler, ovalar, nehirler de dâhildir.

Eğer bunları elerseniz, her bir kilo­metrekare içinde bir cami mutlaka karşınıza çıkacak demektir.

Tuhaflık şuradadır ki 60 senelik ömrümüzde 90 bin kez dinlediği­miz ezanın tamamı hakkında hiçbir fikrimiz yok gibidir.

“Allah her şeyden büyüktür. Al­lah’tan başka hiç bir ilâh olmadığını biliyor ve ilân ediyorum. Muham- med’in, Allah’ın elçisi olduğunu biliyor ve ilân ediyorum. Haydi namaza koşun. Haydi kurtuluşa koşun” der.

Cemaatle kılınan na­mazın, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha faziletli ve sevabı da münferiden kılınan namazdan 27 kat daha fazla olduğu söyle­nir. Allah’ın ilah olduğu dışında en dikkat çekici yan ise namaza koşma­mız gereğidir. Yoksa 27 kat sevap kazanmak için midir bu koşuşturma?

Ateistleri kuşatan dikenli çem­berlerden birisi de hiç kuşku yok ki sosyalist örgütlenmelerdir ki bu yapılar “inanç” özgürlüğüne karşı olmadıklarını dile getirir. Bu acına­sı sözcüğe isterseniz başka bir bo­yuttan bakalım.

İnanç; inanmayla ilgili bir kavramdır ve nesnelliği yoktur. Şimdi... Suyun çinko olduğuna inanmış birisini ele alalım. Onun hakkında ne düşünürsünüz? Büyük olasılıkla aklını yitirmiş dersiniz değil mi? Ve suyun çinko olduğuna inanmış birisine fazla diyecek lafı­nız olmayabilir. Ancak suyun çin­ko olduğuna inananlar artar ve bu görüşe tapınma başlarsa, toplumsal delilik olduğunu düşünürsünüz.

Bu örneği basitleştirmemizin ne­deni, neyle karşı karşıya olduğumu­zu daha iyi görebilmektir. Çünkü inancı çinko dahi olmayan, olma­mış olan, yokluk olan, hiçlik olan

bir inanışın; çinkodan daha değerli ve daha mertebeli olduğunu söyle­miş olmuyor muyuz din özgürlüğü­nü savunurken?

Din, öncül bir hareket değildir, doğru. Ezilen sınıf içinde inanan­ların olması da kaçınılmazdır. Bu düşünüş de doğrudur.

Ancak suyun çinko olduğuna verdiğiniz aşırı tepkiden, çok daha azını neden din konusunda verme­diğinizi de sorgulamanız gerekir. İşte, Türkiye’deki ateistlerin duru­mu bu denli zor ve bir o kadar da dikenli bir yoldur.

Türkiye’de ateist olmanın diğer bir zorluğu da kırk nedenimizin en başında örgütlülüğümüzün olma­masıdır. Diyanet bütçesinin detayı bile, otuz dokuzuncu sırada yer alır.

Evet. Akıldışı bir tarihe tanık­lık ediyoruz. Çağlar ötesinden gü­nümüze taşınan dinsel doktrinler toplumları köle-inanç ekseninde hizalamaya çalışıyor. Bu tarih­sel sapkınlık; balıkçıların, toprak emekçilerinin, sanayi işçilerinin, kafa emekçilerinin ve maden emek­çilerinin tarihsel birikimlerini; zen­ginlerin, tefecilerin, bankerlerin sofralarına ve onların işlediği suç­ları örtmekte kullanılıyor. Patrikha­neleri ve Ortodoksluğu, yoksulluk ve cehalet besliyor.

Çevremizi saran çitler o denli hızlı yol kat ediyor ki, biz daha biri­ni kesemeden diğer çitler kuşatma­ya devam ediyor. İnsanın doğasını, aklını, geleceğini, sevgisini ve birik­miş emeğinin hırsızlığını sürdüren­lere, / yine şükredenler şükür dile­yerek sahip çıkıyor.

Ve bu sebeple, Emeğin kurtuluşu / Emperyalizmin en güçlü kaldıraç kollarından biri olan inanç kolunun kırılmasıyla olası hale gelecektir. Ve şükredilecek bir dünya / ve bu se­beple yerini başkaldıran bir dünya­ya bırakacaktır.

Yazar: Mustafa Angın