1976 yılının bahar aylarında kendi iradesi ve isteği dışında Dünya denen gezegene adımını attı. Bu adımını atarken ağlamadığına bizzat annesi tanıklık etti. O zamandan belliymiş ne acayip bir şey olacağı.
Küçüklüğü yokluk içinde geçti. 12 Eylül döneminde evde hep yerlerde oturduğunu, hatta bir çatışma anında serseri bir kurşunun evinden içeri girip annesinin yokluktan mütevellit yıllarca kullanacağı perdeyi delip duvara isabet ettiğini, uzaktan bir akrabasının polis tarafından kovalanan solcuların kaçış istikametinde işinden evine gelirken hiçbir suçu olmadığı halde vurularak öldürüldüğünü, babasının her gece eve geç geldiğini, bazı kağıtları ve kitapları sobada yaktığını, annesinin o dönemlerde babasıyla nedenini bilmediği kavgalarının olduğunu, abisiyle (kendisinden 4 yaş büyük) hep evin holünde Demokratik Almanya-İngiltere maçları yaptıklarını, hatta bu maçların birinde kaleye gitmekte olan (!) golü engellemek için kapalı olan kapının camından içeri girip ellerini kestiğini dün gibi hatırlar.
O zamanlar İstanbul’un avrupa yakasında (Fatih’te) oturuyorlardı. O 6 yaşındayken anadolu yakasına taşındılar. Sonrasında ilkokul dönemi başladı. İlkokul 5 e kadar ne dinle ne de başka birşeyle alakası vardı. Babası militan bir solcu idi. Annesi de islamiyetin bazı gereklerini yerine getirmeye çalışan kendi halinde bir müslüman. Babasının gece geç gelmeleri, sobada yakılan kitapları ortaokul sonlarına doğru anlamaya başladı. Duvarlara slogan yazarmış ve sobada yaktıkları dükkanda hazırlanan bildiriler ve dağıtılacak kitaplarmış. Lise yıllarında babasına keşke o kitapları hiç yakmasaydın demiş ve babasından okkalı bir küfür yemişti. Şaşırmayın; çünkü babası anadolu yakasına taşındıktan sonra geçen seneler boyunca, hemen hemen her gece eve sarhoş gelen, her sohbette solcu kelamlar eden, emeği savunan bir insan olmaktan çıkmış, allahtan, kitaptan, muhammedden, namazdan, oruçtan bahseden; içkiyi bırakan ve bağnaz düşüncelere yavaş yavaş yönelen bir insan oluvermişti. Bu değişimi anlayamıyordu. Abisi ise üniversiteye gitmişti. Abisi de (belki babasının etkisiyle) üniversite yıllarında içkiyi bırakıp namaza başlamıştı. Abisinin lise yıllarında yılbaşlarını arkadaşlarında geçirip eve sarhoş geldiğini de bilirken bu değişime anlam veremiyordu.
Bu değişimleri anlayamamasının nedeni aslında kendi düşüncelerinin hep sabit kalmasından dolayı idi. Her zaman içinde bir soru işareti vardı. Neden varız? Neden yaşıyoruz? Sebep ne?
Bunları babasıyla ve abisiyle konuşamıyordu. Çünkü aldığı cevaplar onu tatmin etmiyordu. Bu arada babası eve sürekli dini kitaplar getiriyordu. Lise yıllarına sorgulamaları had safhaya ulaşınca kendi kendine bir karar aldı. Artık bunları düşünmeyecek kendisini sadece eğitimine verecekti. Çünkü gitgide kafayı sıyırmaya başlıyordu. Üniversiteye gitti. Orada yalnızdı. Baskı yoktu. 3. sınıfta okul bitip de eve döndüğünde Kur’an ile tanıştı. Bir kandil akşamıydı. O hariç, evde herkes televizyondan kandil programı seyredip dualar ediyordu. Acayip sıkılmıştı. Arapça okunan dualardan ailesi aşırı etkilenmiş, pür dikkat Kur’an dinliyorlardı. Bir ara onlara okunan dualardan ne anladıklarını sorma gafletinde bulundu. O an evde kızılca kıyamet koptu. Ne imansızlığı kaldı, ne allahsızlığı, ne de sülaledeki tek çıban oluşu. Onda da şalter attı. Aldı eline Kur’an’ı, geçti odasına ve başladı okumaya. Ailesine çok sinirlenmişti; o sinirle okuduğu kitaptan hiçbir şey anlamadı.
O yaşına kadar din ile alakası şu seviyedeydi; namaz kılmazdı, oruç tutardı ama en kısa süreli olanlarını, bayram namazlarına gitmezdi, cumaya baba-abi baskısından dolayı giderdi, yanlız olduğu zamanlarda hiç gitmezdi, dini kitap okumazdı ve sure ezberlemezdi. Yani anlayacağınız koftiden müslümandı.
Neyse, daha sonra üniversiteye döndü. Okul bittikten sonra eve dönünce iş hayatına atıldı haliyle. Eşiyle tanıştı. Eşinin baba tarafı bir kişi hariç ateistti. Eşi de aynı onun gibi koftiden müslümandı. Bir ara şehir dışında bir iş buldu. Eve hafta sonları gelebiliyordu. Hafta içi yalnız kaldığından bir sürü boş zamanı vardı. O boş zamanlarda internetten Kur’an ve din ile alakalı yazılar okumaya başladı. Kafayı sıyırdığı dönemler yeniden nüksetmişti. Bir site buldu. Kur’an’ı değişik yorumlamıştı. Onun kafa yapısına uygun kelimeler kullanıyor ve anlatımı-tefsiri çok açıklayıcı geliyordu. Aynı dönemde Turan Dursun sitesini buldu. Sitedeki ateist arkadaşların alaycı (o zaman ki düşüncesi) yazıları karşısında sanki din ona aitmiş gibi hararetli bir savunma içerisine girdi. Bu tabii ki hem internetten aldığı hem de kulaktan dolma yarım yamalak bilgiler ışığında yapılan bir savunma idi. Sonra bu tutumun ona yakışmayacağını düşünerek aldı eline Kur’an'ı ve “savunacaksam bari bilerek savunayım” diyerek okumaya başladı. İlk zaman sinirli bir ruh haliyle okuduğu ve hiçbir şey anlamadığı kitabı, yine hiçbir şey anlayamadan kapattı. Burada anlayamamaktan kasıt aradığı sorulara cevap bulamamasıydı. Şehir dışındaki işi bıraktı ve eve döndü. Kayınpedere ve eşinin abisine ateist oldukları ve konuştukları yüzünden tavır almıştı. Eşi bu duruma çok üzülüyordu. Bir gün kayınpederi durumu anlamış olacak ki ona Ku’ran’ı açıp tekrar ve sindire sindire okumasını tavsiye etti. Bu arada Turan Dursun sitesindeki yazılanlardan etkilenmeye başlamıştı. Bazı çelişkili ayetler olduğu, bazılarının Muhammed tarafından yazıldığı, eski kitaplarla olan benzerliği, tarihte yaşanmış olayların din hikayeleri olarak tekrardan Kuranda yer aldığı yazılar ilgisini çekmişti. Söz-konusu ayetleri okudu ve gözlerine inanamadı. Gerçekten de objektif olarak okuduğu zaman Kur’an’ın bir insan yazması olduğu kanaatine vardı. Günlerce elinden düşürmedi. okudukça içindeki müslümanlık (!) ölüyordu. Safsatalarla dolu onlarca hikayenin olduğu bu kitaba ve diğer dinlere ait kitaplara milyarlarca insanın nasıl inanabildiğini tasavvur etmeye çalıştı ama yapamadı. Dinin müthiş bir uyuşturucu olduğunu anlamıştı. Hayatından din ile alakalı ne varsa çıkardı. Bunu yaparken ki geçiş süreci de tahmin ettiğinden daha kolay olmuştu. O zamana kadar yaptıklarını sorguladı. Diğer dinleri de inceledi.
Ve artık kararını vermişti; Ateistti.
Kendisine yıllarca dayatılan Allah korkusu, yerini var olduğu kanıtlanması gereken, soyut bir kavram olduğu düşüncesi aldı. Şu an çok rahat ve huzurlu. Kendisini çok yakından tanırım. Her sabah görüşürüz. Aynada...
Sevgi ve saygılarımla...
unbeliever
***
Yedi yaşındaydım. Üvey bir anne geldi evimize. Sol görüşlü ancak inançlı olan babam tüm yetkileri ona verince dini bütün ve tam manasıyla yobazlık abidesi olan bu kadıncağızın ilk işi yaz tatilinde beni mahallemizin camisinde başlayan “Kur’an kursu” na postalamak oldu. En sevdiğim okul arkadaşlarımın ailelerinde de aynı yönlendirme sözkonusuydu ve kuzu kuzu gidip geliyorduk ilk günler..
İlk haftadan sonra çekilmez bir hal aldı tabii. Artık evden çıkarken bahçedeki çeşmede abdest alıyormuş gibi yapıp aslında sadece suyla oynayarak abdest numarası yapardım. Buna rağmen gidip namaz esnasında okunması gereken onlarca sureyi de bir güzel öğrendim. Bazı günler kursu asıp oyun oynamak için kaytarıyorduk; komikti... Saçlarımızı kapattırdıkları türbanları (yemeni) rüzgara doğru tutup koşardık deliler gibi. Bir de “sübhaneke süm süm deke/ annen koyun baban tekeee!!” gibi surelerden türettiğimiz bir yandan da için için cehennemde yanmaktan tırstığımız tekerlemeleri seslerdik koro halinde..
Hemen hemen her yaz bu iş düzenli olarak devam etti. Semer kand’lı bir babanın çocuğu olan babam, tüm solcu proleter yönüne rağmen benim anlamını hiç bilme değim duaları- sureleri öğrenmemden hoşnut görünüyordu. Ramazan ayları... Heyhat... Çukurova’nın kavurucu yaz günlerinde oruçlu olmak... O günler bana göre Allah’ın dünyadaki cehheneminin kusursuz tasarımlarındandı ve cezalarını göze alarak okul kantininde bu tuhaf perhize lıkır lıkır götürdüğüm buz gibi ayranla son verip eve döndüğümde oruçlu gibi davranıyor öte taraftan da Allah’tan nefret ediyordum.
Öyle böyle derken büyümeye de devam ediyordum tabii. On iki yaşlarında ergenliğe geçişlerimde yaz tatillerinin gelmesinden de tiksinir olmuştum kursa gönderileceğimi bilerek. Öte yandan üvey annemin batıl inançlarıyla islam miksi yapıp, ruhumda oluşturduğu baskı da giderek artıyordu. Babama örtünme (m) konusunda düşüncelerini kabul ettirmeye çalışıyordu. Neyse ki bu konuda başarılı olamadı.
Yasin, tebareke, amme... Bunlar Kur’an hatmine geçişte ilk öğrenilen, daha doğrusu ezberletilen ayetler. Yıllar sonra bugün bile hafızamda bir kenarda duruyorlar, ne yazık ki geri dönüşüm kutulu bir yapıda değil belleklerimiz... Çocukluğumun unutamadığım bunaltıcı hatıraları bunlar özetle.
Bir süre sonra kadıncağız vefat etti. Açıkçası hiç üzülmedim sadece din konusunda değil hiç bir açıdan anlaşamadığım bir kişilikte olmasının da bunda büyük etkisi var. Ailemde bir halam var örneğin başı secdeden kalkmayan tabiri caizse kafayı Allah’la bozmuş bir din delisi. Ancak kimsenin tavuğuna kışt dememiş kimseyi bir taraf olmaya zorlamamıştır.
Üvey anne öldükten sonra babamla başbaşa kaldık ve baskılar da sona erdi. Böylece Allah ya da İslam’la hiç ilgim kalmadı diyebilirim. Aslında bu denli korkunç bir ucubenin nasıl olup da tanrı tahtında oturuyor olduğu da bir yandan zihnimi bulandırıp duruyordu. Öğrencilik günlerimde inançsız, agnostik ya da benim gibi nötr arkadaşlarımın varlığı ve aramızdaki konuşmalar ve sorgulamaların da etkisi oldu.
Sonra bir gün babam öldü. Gitti... Aniden... Ruhuma o güne kadarki en büyük dumuru yaşatarak gitti... Benim için çok önemliydi bu adam. Büyümüş genç bir kadın olmuştum ama babasız bir koşulu hiç mi hiç tahayyül etmemiştim.
Bunalıma, ardından da uzun bir depresyona girdim. Odadan çıkmamak, insan ilişkilerimi sıfıra indirgemek, tam manasıyla içime kapanmak v.b. karamsarlıklarla dolu bir sürecin içinde buldum kendimi... Ardından birkaç intihar girişimi, doktorlar, hastaneler geldi...
“Çocukluğumda çiğnediğim din kuralları yüzünden aldı babamı Allah...!” Çünkü onu aldattım, abdest almadan namaz kıldım, Kur’an’ı tuttum, orucumu defalarca bozdum, mahallemizdeki bir oğlanın beni yanağımdan öpmesine izin verdim, bu da yetmez gibi oğlanlarla oyun oynadın haram olduğunu(!?) bile bile... Banyoya işedim, adetliyken mevlütlere katıldım, “yasini sen oku” dediklerinde, regl olduğumu söylemeden inadına okudum, surelerden tekerlemeler yaptım ve en kötüsü de Allah’tan için için nefret ettim. Cehenneminden, cennetinden, aptalca kurallarından, ürkünç lüğünden... Aylarca süren depresyondan babamın yok olmasına dair çıkardığım sonuç buydu. Bu benim hatamdı, bütün bu kurallara uysay dım eğer bu kadar ani bir terkedil me içine de girmeyecektim; babam uzun uzun yıllar daha yaşayacaktı... vs... vs... vs...
Bu arada İstanbul’a çoktan taşınmıştık. Semt pazarından dua kitapları aldım; onlarca hem de. Kur’an okumaya başladım. Ama deli gibi, her gece ve vakit bulduğum her gündüz... Namaza başladım. Kaza oruçları da ardından... Apartmanda “Hidayet” isimli bir kadın vardı. Benimle ciddi bir ilgilenme içine girdi bu süreçte. Allah ve İslam diniyle ilgili bir sürü şey anlatıyordu. Bir gün bir yemeni hediye etti bana. Örtünmem gerektiğini ve günahlarımı bu şekilde daha kolay affetireceğimden söz etti uzun uzun... Ailemdeki diğer sevdiklerimi kaybetme psikozu, yaptığım hiçbir ibadetin yeterli olmayacağı kanaati, yiyip bitiriyordu beni. Öte yandan da tam anlamıyla asosyal bir kişilik olma yolunda hızla ilerliyordum.
Bir gün türban örterek çıktım sokağa... Eğitimci olan ablam ilk tepkiyi verdi akabinde. Sonra diğer aile bireyleri... Umursamadım. Bana göre bu onları hayatta tutacak bir bedeldi o günlerde. Hidayet’le en sonunda tekkesel bir yere gittik, zikir tutmuş, hopur hopur hoplayan bir sürü yaşlı kadın vardı, bir perdenin ardında da tuhaf dualar okuyan bir adamın sesi geliyordu. Açıkcası çok korktum. O gece berbat düşler gördüm. İçinde bulunduğum buhrana bu kara çarşaflı, cübbeli kişilerin yardım edebileceğini sanmıyordum ki bir şeyler yanlış ve eksikti. Türbanı örtmeme rağmen dinsel açıdan kadın-erkek meselesinde kadınlar olarak adil bir statüde olmadığımız kanısındaydım. İslam, ibadet ve türbanla dolu birkaç ay yavaş yavaş sorgulamanın yön değiştirmesiyle yerini en başta sosyalleşmeye bıraktı. Hidayet’le konuşup İslamiyet'teki çelişkileri anlattım. İçime şeytanın girdiğini derhal tekrar doğru yola girmem gerektiğini, alacağım cezalar ve tabii cehennemi, orada babamı görmemin mümkün olmadığını anlattı uzun uzun... Babamı yitirdiğim süreçten önceki öz benliğime yeniden kavuşmuştum sanırım. O kadınla bir daha görüşmedim. Hoş o da beni her gördüğünde başını çeviriyordu artık. Türbanlı ve dindar beni sevmişti bir iki ay önce... Şimdiki başı açık kız onun muhatabı değildi sanırım. Tüm din kitaplarını yok ettim. Yerine pek çok yeni kitap aldım. Ablam kendisine verdiğim eski felsefe kitaplarımı tekrar getirdi. İlhan Arsel’in Şeriat ve Kadın, Şeriat ve Kölelik, Şeriattan Kıssalarl-II, Aydın ve Aydın adlı kitaplarını da kitaplığıma kazandırdım o yıllarda. Sosyalist bir örgütlülük içerisinde olduğum günlerime tekrar dönüp görüşmeyi kestiğim arkadaşlarıma yeniden kavuştum. Bunalımımdan er geç çıkıp aralarına döneceğim günü beklediklerini söylemişlerdi hiç unutmam... Dünyada adalet, dünyada cennet... Hür iradeyle hiçbir baskı altında kalmadan hayatı gerçekliğiyle kavramak ve dinlerden özgür olmak...
matillda
***
Dinden nasıl çıktım? Beni koparan şey neydi? Bunu kısaca açıklayabilmeyi çok isterdim, fakat kısa değildi. Psikolojik olarak olmasa da dinden çıkışım düşünsel anlamda çok yoğun bir süreçti. Bilime her zaman meraklıydım, çok küçük yaştan itibaren anlayabileceğim seviyelerdeki popüler bilim kitaplarından başladım ve yavaş yavaş kapsamlarını genişlettim. Biyoloji özellikle ilgimi çekiyordu, evrimi halihazırda kanıksamıştım. Dine inanıyordum, hatta bir cemaat öğrencisiydim (6 sene boyunca) ama evrim ve dinin birbiriyle “çelişebilir” şeyler olduğunu düşünmüyordum. Zira ne fen derslerimizde, ne de sohbetlerimizde açıkça yaratılış çılık propogandası yapılmamıştı.
Her neyse, okulum aracılığıyla olmasa da arkadaşımın babası aracılığıyla Harun Yahya ve onun sonu gelmeyen belgesel-kitap serileriyle tanıştım. Bilgim yeterli değildi, dolayısıyla yaratılışçı iddialar, “alıntı madenciliği” vb. bana ikna edici gelmişti. Bir süre evrim karşıtı oldum, fakat daha fazla dayanamayıp bilimsel kaynaklarda derinlemesine bir tarama yapmaya karar verdim. Sonuçta tuhaf gelmişti, devletin bilim kurumu Tübitak’ın bilim kitapları evrim hakkında yalan söyleyebilir miydi?
Taramam esnasında bilgim arttıkça yaratılışçıların bazı yerlerde eksik bilgi verdiğini, bazı yerlerde düpedüz “yalan” söylediğini, bazı yerlerde ise alıntıları kapsam dışında verdiklerini gördüm. Peki ne oldu? Doğal olarak “yaratılışçı” dindar insanların “samimiyetleri”-ne dair güvensizliğim filizlenmeye başladı. Bu yaratılışçı hareketin yurtdışındaki ayaklarını, ödenek kaynaklarını araştırdıkça dibim düştü.
Fakat bu noktada hala dine inanıyordum, evet. Kur’an’ı asla tam anlamıyla okumamıştım. Fakat okumam gerektiğini, sohbetlerde verilen bilginin “ötesine” geçmem gerektiğini düşünmeye başladım. 1 gün içinde oldukça sıkılarak, Kur’an hiç akıcı değildir bildiğiniz üzere- yuttum Diyanet Meali’ni. Anlam veremediğim belki de yüzlerce şey oldu. Bir kadın neden şahitlikte erkeğin yarısıydı? Neden düşüncenin yeri “kalp” olarak geçiyordu? Neden yıldızların “şeytan taşlamak için ateş taneleri oldukları” söylenmişti? Neden Tarık Sure si’nde -ki söz konusu ayet bir mucize iddiası için kullanılır- Tarık’ın anlamı Venüs olmasına rağmen Tarık’a “yıldız” deniyordu? Kafam karıştı, çeşitli İslami kaynakların açıklamalarını okumaya başladım, sonucu tahmin edebilirsiniz. İkna olmamıştım. Bu noktadan sonra kendimi bir Deist olarak tanımlamaya başladım. Fakat sorgulamaya bir kere başlamıştım ve ilham kaynaklarımdan Richard Feynman’ın dediği gibi “Bu noktadan sonra uçurumun kenarındasınızdır, geriye dönüş çok zordur" Sadece birkaç hafta geçmişti Deist olmamın üzerinden fakat sorgulamamın kapsamını hızla artırdım. Odağa “Tanrı”nın ta kendisini yerleştirdim. Bir insan nasıl ateist olabilirdi ki? Tanrı’nın varlığı içime çektiğim hava kadar aşikar görünüyordu benim için. Amerikalı din felsefecisi Alvin Plantinga Tanrı’ya bu özelliğinden dolayı “temel inanç" der. Kanıtlanması ya da sağlam argüman sunulması gerekmediğini söyler -elbette elde sağlam argümanların bulunduğunu da ekleyerek-.
Tanrı’ya dair geleneksel iddiaları inceledim, düşündüm, düşündüm... Tanrı’nın en azından “şüphe götürebilir” olduğunda karar kıldım. Ve 3 sene boyunca Ag nostisizm’in ve bilimsel yöntemin “bayrak sallayan” bir savunucusu oldum, özellikle tartışma platformlarında kendimi biledim, saygılı bir üslupla, kişilere değil argümanlara saldırarak.
Bu şekilde gayet iyi ilerlerken Evrimden sonraki ilgi alanım, yani Kozmoloji beni çağırdı. Evrenin kökeni sorununu özellikle incelemeye başladım. Çeşitli kozmolojik modelleri gördükçe -ve ateizmin tanımını da tanrının yokluğundan kesin olarak emin olmak biçiminde yapmamaya başladıktan sonra- Tan rı’nın var olmamasının olmasından daha büyük bir ihtimal olduğunda karar kıldım. Şu anda bir ateistim. Ailem ateist olduğumu biliyor fakat bilgileri yeterli olmadığından beni tartışma yapmadan rahat bırakıyorlar. Arada maymun gördüklerinde “bak akrabaların çıktı hehe” diyip sataşıyorlar o kadar.
dinsiz kişi
***
Adım Selin. Türkiye’de Musevi bir aileye doğdum. Çok küçük yaşta İsrail’e taşınmıştık ve hayatımın çoğunu orada geçirdim. Neredeyse herkesin Musevi olduğu bir ülkede, bana sorgulama konusunda örnek olacak hiçbir ateist yoktu çevremde; lakin gerçeği söylemek gerekirse, hiçbir zaman tam olarak inanmayı “becerememiştim”. Ailem sinagoga bayramdan bayrama veya bir aile mensubunun ölüm yıl döneminde gidenlerdendi. Hep merak etmişimdir; çırpına çırpına, yalva ra yalvara, elleriyle suratlarına bir kitap yapıştırarak o ezber cümleleri tavana doğru haykırdıklarında, yukarıda onları dinleyen bir tanrının olduğundan NASIL BU KADAR EMİN OLABİLİYORLAR? O tesettürlü gezen dindar insanlar, neye dayanarak HAYATLARINI KOMPLE BUNA UYACAK ŞEKLE AYARLIYORLAR? Ayrıca diyelim ki bütün bunlar doğru ve BİZ DE buna İNANIYORSAK, bizim onlar gibi yaşamamamız “kötülük” mü oluyor? Ayrıca neden birbirini seven anne ve babalar, “tanrı sevgisinin” evindeyken ayrılmak zorunda? Üstelik erkekler hep Kutsal Aron’un olduğu merkezi, asıl bölgedeyken neden kadınlar bir perde arkasında bulunan ve olayın içinde tam olmayan onlara özel arka odada oturuyor?
Bütün bunları ara sıra sinagogda, ortalıkta hiçbir gariplik yokmuş gibi dua edenlere bakarken düşünürdüm (hiçkimse “kral çıplak” demeye cesaret etmiyor mu?). Orada herkes gibi elime kitap alıp dua etmek veya ediyormuş gibi yapmak bana ters geliyordu. Sonuçta, eğer bir tanrı varsa, bunun diğerleri gibi 100% inançtan kaynaklanan bir dua olmadığını, sahte olduğunu biliyor olsa gerek. O yüzden genellikle hala okumayı öğrenmemiş yaşta çocukmuş gibi takılırdım (o da malum belli bir yaştan sonra işe yaramıyor).
Küçükken hep kâğıtlarla uğraşırdım nedense. Kitap, mecmua, ne varsa. Birçok kez bir mecmuayı ikiye yırttığımda, annemin güldüğünü ve “aferin selin, şimdi 2 mecmuan oldu.” dediğini hatırlıyorum. ama bir gece durum farklıydı. Yine bir şeyin sayfalarıyla oyalanırken yırtmışım. Meğerse bu bir dua kitabıymış, olayı sadece annem çığlıklarıyla evde kıyameti koparınca anlamıştım. Sonra da sabaha kadar odamdan çıkmamıştım. Düşünüyordum kendime; “mecmua da, kitapçık da kâğıt topluluğu. Niye birini yırtınca alkış alıp, diğerini yırtınca dayak yemekten zor kurtuluyor oluyorum? (o da anlayamayacak kadar küçük olduğumu bildiği için). Yoksa benim annem mi mantıksız veya kötü? Kâğıt bu yahu, KÂĞIT!
İsrail’de okullarda ilkokul 2. Sınıftan beri zorunlu Tevrat dersleri var. (dindar okullarda - yani imam ha tip’in Musevi olanı - 1. Sınıftan beri - ben normal okuldaydım). Nedense ben o derste hep pekiyi alırdım, herhalde zihniyeti hemen kaptığım için - tanrı hep iyi olan başroldür, onu sorgulayan kötü, sorgulamadan körü körüne itaat ede de daime iyi, temiz kalpli olandır. Bunu kaptınız mı sınavdaki tüm soruları çö zersiniz. Yine o beyinde dolaşan sorular. Tanrı bir yeri imha ediyor - tanrı haklı. Tanrı birisinin kellesini istiyor - tanrı haklı. Tanrının “kellesini al!” dediği kişiye merhamet edip kesmeyen - suçlu, kötü(!) insandır. İbrahim de oğlunu “hiç sorgu sual etmeden emri aldı mı oğlunu direk uyandırıp mezbahaya götürdü” de çok iyi bir insan, imanı sınırsız, ÖRNEK ALINACAK İN SAN(!) oluyor. İsrail Oğulları da Musa’nın gerçekten peygamber olmasına sırf söylemesiyle inanmayıp tekrar tekrar kanıt istemesi onları inatçı, “kötü çocuklar” olarak gösteriyor. Ya Korah hikâyesi? Herkesin önünde Musa’nın yalancı olduğunu iddia edince Musa köpürüyor ve onu taşlanmaya (recm) mahkûm ediyor, sonra neymiş, yeryüzü açılmışmış da Korah içine girmiş, bu da tanrının verdiği cezaymış. Bir şeyler doğru değildi, ama ne? Tevrat mı, ben mi? Ben mi inanmayı beceremiyorum? Kimse bu konuda bir eleştiride bulunmadığı için (9 yaşında çocukların olduğu sınıftan ne beklenir ki) bir tek benim aklıma geldiğini sanırdım. Ayrıca hep Museviler haklı, diğer dinden olanlar kötü ve suçlu. Lakin diğer taraf da kendisinin haklı ve Mu sevilerin suçlu olduğundan bizim kadar emin. Hangi dinin gerçek olduğunu nasıl bilebiliriz ki? Ateizm kelimesini de ilk defa 12 yaşındayken duymuştum, ama bana ateisti “maymuna ve doğaya tapan kişi” olarak anlattıkları için pek de beni kapsıyor gibi değildi açıkçası.
Bir yerden sonra şu olay kafamda kesinleşmeye başladı: dinde %50-%50 yok. Dine göre kızların pantolon giymesi yasak ve cumartesi araca binilmez, süt ve et ürünleri arasında 6 saat ara vermek zorunlu. Öyle yıllardır alıştığımız inanmak ama dindar olmamak hali iki tarafa da ihanet. Bu fikrimi duyup da sömürmeye çalışan hahamlar çok oldu... Sinagoga bayramdan bayrama geldiğimi söyleyince “ama bu yetmez ki!” deyip beni dindar bir yaşama girmeye sürüklemeye çalışırlardı, güya ben “fark etmeden”... ama bu olanaksızdı. Hiçbir zaman yazın bile uzun kol ve etek giymeye, asla askılı giymemeye, kadın olarak hep 2. Sınıf sayılmayı “doğru” bir şey olarak kabul etmeye ve hep saklanıp ikinci planda olmaya, bara gitmek gibi sivil eğlenceden daha o yaşa varmadan bile sonsuza dek vazgeçemeye, hayatımı 180 derece değiştirmeye VARLIĞINDAN BİLE EMİN OLMADIĞIM BİR ŞEYİN UĞRUNA razı olamazdım. Öyleyse çare ne?
2009'da olağanüstü nedenlerden dolayı Türkiye’ye kesin dönüş yaptım. İşin içindeki ironiyi algılamak çok zamanımı almadı: İsrail’de Musevi olmak normal ve Müslüman veya başka bir dinden olmak garip ve mantıksız sayılıyor iken, burada Müslüman olmak normal ama Musevi olmak farklı, gariptir. Kendimi “kimlik Musevi’si” olarak tanıtıyordum mecbur olarak (başka bir tanım bilmiyordum) ve Musevi olup olmadığımı sorduklarında, “şey, teknik olarak evet ama yanlış anlamayın, KESİNLİKLE HİÇBİR ŞEKİLDE dindar değilim” derdim. Türkiye’de Musevi cemaati de zaten beni dinden daha da soğutmuştu; çünkü insanlar duaların kelime anlamlarını bilmeden dua ediyor. Bu İsrail’dekilerden bile beterdi. Anlamını bile bilmediğin lafları taparcasına haykırıyorsun. Zamanla, kimlik Müslümanı olmakla kimlik musevisi olmak arasında, pratikte hiçbir farkın olmadığını anlamıştım. Öyleyse niye benim tanımım Musevi fakat onunki Müslüman? Artık çok iyi anlamıştım ki, bu tanım beni pek de kapsamıyordu.
Artık bu işe bir son vermek lazımdı. Ben de diğer dinleri daha kapsamlı bir şekilde araştırmaya başladım. Ne diyeyim, hepsi aynı zihniyetten gelme olup da yine de her birinin diğerinden daha temelsiz olduğu aşikârdı. Dinler arasında (İslam - Musevilik, Hristiyanlık - İslam gibi) tartışmalar ararken gözüme “Müslüman - Ateist, Hris tiyanlık - Ateizm” tartışmaları tarzında başlıklar da çarpmıştı. Her ihtimale karşı, o tartışmaları izlemeden Ateizm’im tam ve açık bir tanımını arayayım dedim. Çok uzun sürmemişti. 1-2 tanım ve birkaç argüman okuduktan sonra, en azından bu tanımın gerçekten BENİ tanımladığını anlamıştım.
Yıllar boyunca kendimi yalnız sanmışım. Herkesin az da olsa inandığını, bir tek benim inanmayı “beceremediğimi” sanmışım. SORUN BENDE SANMIŞTIM. Ama sorun bizde değil, bu dini anlatıların mantıksız olmasındadır. Bir “AHA” momentosuydu bu. Yani ben bunca zamandır hep ATEİSTMİŞİM. Ne yapalım, bizim mantık yönümüz ağır basmış olmalı ki, öğrendiğimiz 2 olgu arasında objektif olan seçimi yapabildik; 1. Mantıksız şeyler gerçek değildir, hayal ürünüyle gerçek arasındaki farkı bilmek büyümenin ayrılmaz bir parçasıdır 2. Dinde yazan her şey gerçek. Bütün bunları yazdığıma göre hangi öğretiyi takip ettiğimi anlamışsınızdır.
Bu kadar uzun bir süreçten sonra din konusundaki bu iç mücadeleye bir son vermek bana çok ciddi bir huzur verdi. Artık nelere anlam katıp nelere katmayacağımı biliyorum. Artık hayatımda ilerleme ve gerçekten önemli olan işlerimle uğraşabiliyorum ve boş yere pişmanlık duyduğum durumlar yok. Gerçekdışı bir olgunun mantık dışı emirlerine uymamak bana hiçbir pişmanlık vermiyor, vermemelidir. 4 yıldır BİLİNÇLİ olarak dinsiz tanrısız yaşıyorum. Din ile alakalı ne varsa hayatımdan söküp attım, Ateist olduğumu anladığımda. Hayatımda din zaten hiçbir zaman “kalbimde” bir yer tutmamış olmalıdır ki, hiçbir boşluk veya eksiklik hissetmemiştim. Sadece bir nevi artık cadı, canavar ve perilerin hayal ürünü olduğunu anlayıp büyüyen çocuk gibi.
Sorgulamak, hayat değiştirir, KASMAZ, ÖZGÜRLEŞTİRİR.