Cumhuriyet Türkiyesi’nin Laiklik Raporu Din-Devlet Ayrımı mı? Din-Dünya Ayrımı mı?

Cumhuriyet Türkiyesi’nin Laiklik Raporu Din-Devlet Ayrımı mı? Din-Dünya Ayrımı mı?

01/07/2016

Tarihimizde laiklik alanındaki tartışmasız en büyük sıçrayış, Cumhuriyet dönemi olarak adlandırılan 1923-1950 arası dönemdir. Bahsettiğimiz dönemi, coğrafyamızda yeni yeni filizlenen laiklik fikrinin çok ileri bir atılımı olması nedeniyle önemsiyoruz.

Cumhuriyet iradesinin, laikliğe “Din ve Devlet işlerinin ayrımı” olarak bakmadığını, bu konuda daha radikal ve gerçekçi olan “Din ve Dünya işlerinin ayrımı”nı benimsediğini örneklerle göstermek istiyoruz. Mustafa Kemal’e ait olan elyazmalarını da konunun bütünleycisi olarak yazımıza ekliyoruz.

Cumhuriyet Halk Fırkası 1927 Tüzüğü

Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 22 Ekim 1927 tarihli Nizamname (Tüzük)’sinin üçüncü maddesi laikliği şöyle izah etmektedir:

Fırka; inançları ve vicdanları, siyasetten ve siyasetin çeşitli bozulmalarından kurtararak, milletin siyasî, toplumsal, iktisadî bütün kanun, teşkilat ve ihtiyaçlarını müsbet ve tecrübevî bilim ve fenlerin çağdaş medeniyete bağışladığı ve sağladığı esas ve şekillere uygun olarak gerçekleştirmeyi, yani devlet ve millet işlerinde din ile dünyayı tamamen birbirinden ayırmayı en önemli esaslarından sayar.

Kemalizm, dünya işlerinde din dışılığı savunmuş ve laiklik tanımını da buna göre yapmıştır. Daha sonraki 1931, 1935 ve yine Mustafa Kemal’in 1939 Kurultayı için bizzat hazırladığı taslaktaki ifadeler de aynı minvaldedir.

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Meclis Konuşması

CHP’nin altı ilkesinin Anayasa’ya konması sırasında, Mustafa Kemal’in değişmez İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın 5 Şubat 1937 tarihli meclis konuşması anlamlıdır. Kaya, bu konuşmasında laiklik ile ilgili şu sözleri sarf eder:

Laiklikten maksadımız, dinin memleket işlerinde müessir (etkili) ve âmil (etkin) olmamasını temin etmektir. (...) Biz diyoruz ki, dinler vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddî hayat ve dünya işlerine karışmasın; karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız.

Kemalistlere göre; dinler birer ideolojidir ve yapılan devrimler eski topluma ait olan bu ideolojileri hedef almıştır. Dinleri kişilerin vicdanına hapsetmek işte bu ideolojik hedefin yerine getirilmesidir. Zaten bu dünyaya ait olan bir olguyu sınırlandırma, bir anlamda elini kolunu bağlayarak onu işlevsizleştirme işidir.

Mustafa Kemal’in Elyazmaları

Dinin dünya işlerinden ayrılma vurgusu yanı sıra Mustafa Kemal’in doğrudan kendi yazdığı elyazmalarından dinin ne olarak görüldüğü de bugün artık sır değildir.

Medeni Bilgiler Kitabı

Mustafa Kemal’in bizzat kendi yazdığı ve Afet İnan adına yayımlanan Medeni Bilgiler kitabı Kemalist devrimin dinsel anlayışı nasıl irdelediğini görmek açısından önemlidir. Kitabın “Millet” başlığında yazılanların bir kısmı şöyledir:

Türk’ler Arap’ların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türk’lerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu arap fikri ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular. (...) Bu vaziyyet karşısında Türk Milleti bir çok asırlar ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. (...) Gah şarka, cenuba, gah garba veya her tarafa saldıra saldıra Türk Milleti’ni, Allah için, peygamber için, topraklarını, menfaatlerini benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Milli duyguyu boğan, fani dünyaya kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felaketler, his olunmaya başlayınca, asıl hakiki saadetin öldükten sonra ahirette kavuşacağını vaat ve temin eden dini akide ve dini his millet uyandığı zaman onun şu acı hakikatı görmesine mani olmadı. Bu feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin ahiretteki saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatına kavuşmak telkin eden din hissi, dünyanın acısı, duyuların tokatıyla, derhal Türk Milleti’nin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti…

“Arapların dini”, “Muhammed’in dini” vurguları ve siyasi çıkarsamaları ile dinin vahiysel değil ideolojik olduğu ilan edildiği gibi, Türk milletini olumsuz etkilediği de sert bir dille ifade edilmiştir.

Kemalist Devrimin Tarih Kitabı

Kemalist devrimin ortaokul ve liselerde okuttuğu tarih kitabı da oldukça önemlidir. Çünkü İslam tarihi kadar İslam’ın kendisinin de materyalist bir açıdan irdelendiğini ve yeni bir neslin bu materyalist bakış açısıyla yetiştirilmeye çalışıldığını görüyoruz.

Tekrar Mustafa Kemal’in el yazmalarından aktaralım:

Muhammet, iptida allahın resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır; bunu düşünmemiştir. Bu düşünce, senelerce mücadele ettikten ve fikirlerini neşreyledikten sonra kendisinde hasıl olmuştur.

Asıl meselenin hal noktası şurdadır:

Bütün iptidaî kavimlerde olduğu gibi Araplarda da, şairlerin akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için Cinler idi. Cinler, güya kâhinlere de kâyıptan haber vermek kûdretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistanda her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki Mûhammet dahi cinlerin vücûduna samimî olarak inanmıştır.

Muhammed peygamberin halet-i ruhiyesi eski Arap inançlarına dayandırılmış, “Cin” inancının peygamberlik yolunda etkisi ortaya konmuştur. Gördüğü “sandığı” varlıklar bu şekilde temellendirilmiştir.

Kur’an’ı Allah mı yazdı, Muhammed peygamber mi yazdı tartışmasına da bu kitapta net bir şekilde yanıt bulabiliyoruz. Hatta edebi bir şekil vermek için çok çalıştığını öğreniyoruz. Yine aynı kitaptan aktarıyoruz:

Mûhammet bu sûrelere birçok çalıştıktan ve tedkikler yaptıktan sonra edebî bir şekil vermiştir.

Neticede, ortada bir din ve devlet varsa bu tamamen Muhammed peygamberin eseriydi:

Mûhammet, sonunda dinî bir imparatorluğun mutlak reisi ve bütün dünyaya hakim olmak iddiasını besliyen muhraip bir dinin müessisi sıfatı ile ömrünü bitirdi. Bu iki netice münhasıran Mûhammedin kendi manevî ve fikrî kuvvetinin mahulü idi.

Sonuç

Daha buraya aktaramadığımız gerek Mustafa Kemal’in kaleminden çıkan metinler, gerek yakın arkadaşlarının ona sunduğu kitap ve raporlar, gerek bizzat Aydınlanma filozoflarından devlet emriyle çevirtilip basılan kitaplar bulunmaktadır. Tüm bunlardan algıladığımız yalın gerçeklik, Cumhuriyet kadrolarının Aydınlanma mücadelesinde çok ciddi bir mesai harcadıklarıdır. Harf devrimi, kılık kıyafet devrimi ve hatta Diyanet İşleri Başkanlığı’nı dahi bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Tüm bu çalışmalar neticesinde aydınlanmacı devlet mekanizması, gericilik üzerinde mutlak bir egemenlik kurmuş gözüküyor. Bunun sınırlılıkları, neden geriye dönüş yaşandığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve hatta devletin bizzat bugünkü işlevi ayrı bir yazının ve tartışmanın konusudur.

 

Osman Budak