Bir derenin kaynağı, akış yönünün tersine gidilerek bulunur. Eğer ki tanrıyı bulmak istiyorsak ‘kendini göstermediği için’ derenin çıkış noktasına doğru yol almamız gerekir. Derenin kaynağına vardığımızda, ilk önce yalvaçları elçileri ve ona kulluk edecek kulları görürüz. Çünkü tanrıyı bize tanıtan ve bizi gök ile buluşturan tanrının kendisi değil, kendini kul yerine koyan kulların kendisidir.
Çünkü kullarını önce hayıra erdiren yaratıcı, erdirmeden önceki halinden daha mı mutsuz olmuştur ki, kulunun önce yırtıcılar tarafından parçalanarak can çekişmesini buyurmuş daha sonrasında da uçan gagalılar tarafından dididk didik edilmesine seyircimi kalmıştır. Bu sorunun cevabını bulmamız için çağımızdan oldukça uzaklaşmamız gerekecektir.
”Eğer ki, yaratıcı yarattığı evrene bu kadar güzellikler katmasaydı, mutlaka yarattığı eserinde bir noksanlık olurdu!!! Peki; yaratmadığı bir durumda iken, onda bir noksanlık mı vardı? Sorusunu hep birlikte göreceğiz.”
Yağmur neden yağar? Gök gürlemesin sebebi nedir. Deprem nasıl olur? Gün geceye neden döner? Trafikte arabaların arasından sıyrılmak bile daha zordur bu sorulardan. Çünkü çağımızda on yaşındaki çocuğun bildiği sorulardır bunlar.
Ama bir bilmediğimiz gün mutlaka olmalı. Öykümüzde o günlere aittir. Beş bin sene gerilere uzanalım. Hani firavunlar çağına. Sizce yağmurun neden ya da nasıl yağdığını çözmüşler midir? Ya da günün neden geceye döndüğünü? Aniden milyonlarca hayvanın bağırtısına eş bir sesin gökyüzünde duyulmasına hadi canım ürkmeyin gök gürlemesidir demişler midir acaba. Geceyi bir anda gündüzden daha parlak ışık çaktıran şimşekler yıldırımlar için KAÇIŞMAYIN, telaşlanmayın mı demişlerdir. Hiç sanmıyoruz.
Ya on bin sene önce gökten nemli ve soğuk ve beyaz bir şey yere düşse, aaa bak, lapa lapa kar yağmaya başlamış mı derdik!!!
Ya yirmi bin yıl öncesi... Uzun kamışlı salların yapımına daha 15 000 yıl vardır.
Ve elli bin sene geri dönsek, taş balta kemik bıçak yapmamıza daha 25 000 yıl vardır.
Bacağının arasından kan sızan bir kadın için, haa o mu. Aybaşı ol muşsundur demeyecekti kuşkusuz. Belki de kana sebep olan şeyi ya da hayvanı çevresinde arayacak ya da çığlık çığlık korkusunu yenmek için kaçışacak ya da içinden kan çıkaran kadının önünde eğilecekti. Bilemiyoruz. Ama gerilere gittikçe bilemediklerimizde artacak kuşkusuz.
Elli bin yıl öncesi için bize Homo sapiens diyeceklerini daha bilmiyoruz.
Bir milyon yıl geriye gitsek, Dik insanı göreceğiz. Ne tuhaf geliyor değil mi. Demek ki dik durmamızdan önce dik durmayı becerememişiz. Ama biz çılgınca geri gitmeye devam edeceğiz.
5 milyon yıl. İki ayak üzerinde duran insansılar. Ne garip. ‘İnsan olmadığımız’ döneme döndük.
100 000 nesil arkamıza baksak, hangi soruya hah işte bu şundan olmuş derdik acaba!!!
Biraz daha boynumuzu geriye çevir sek ve yedi milyon geçmişe gitsek, herhalde çuvallardık. Heyy. Korkmayın laan. Yalnızca güneş battı demenize kim inanırdı gün geceye döndüğünde. Birde eklememiz gerek. Daha konuşma dilimiz tam oluşmamış. Öykümüze buradan başlamamızda yarar vardır. Çünkü iki ayaküstünde durmamızın yıl dönümüdür bugün...
Tanrı nerede. Günümüz inancına bakar isek tanrı aşağıdaki dinler içinde yer almış olmalı. Hepsini okumanız için koymadık ve hepsi bu kadar az da değil. Amacımız bu kadar inanç farklılığının neden olduğu nedenleri bulabilmek. Aşağıdaki dinlere şöyle bir göz gezdirip yazımıza devam edebilirsiniz.
Hıristiyanlık / İslam / Musevilik / Bahaizm / Dürzilik / Sabiilik / Yezidilik / Samirilik / Rastafarya nizm Manihizm / Zerdüşt dini (mazdaizm) / Mitraizm / Zuvranizm / Ayyavazhi / Budizm / Hinduizm Ceyanizm / Sikhizm (Sikh dini) / Konfüçyüsçülük / Sintoizm / Tao izm / Ching hung / Ting hung Tenrikyo / Vuduculuk / Nambalar dini / Şamanizm / Ga dini / Aynu dini / Maori dini / Akamba dinsel sistemi / Akan dinsel sistemi / Asanti dinsel sistemi / Bu songo dinsel sistemi / Dahomey dinsel sistemi / Dinka dinsel sistemi / Efik dinsel sistemi / Isoko dinsel sistemi / Hoihoi dinsel sistemi / Lotuko dinsel sistemi / Lugbara dinsel sistemi / Eski Mısır dinsel sistemi / Pigme dinsel sistemi / Tumbuka dinsel sistemi / Yoruba dinsel sistemi / Zulu dinsel sistemi / Candomble / Haiti Vudu / Makumba Santerya / Umbanda Winti / Avustralya aborijin dinsel sistemi / Kargo kültleri (Jon Frum, etc.) Dievturiba / Hawaii dinsel sistemi / Mikronezya dinsel sistemi / Maori dinsel sistemi / Modekngei (Palau adası dinsel sistemi) / Nauru yerlileri dinsel sistemi / Polinezya dinsel sistemi / Tuvalu adası dinsel sistemi / Uzay dini (Ra elian) / Ramtha dini / Yehova Şahitleri / Tanrı’nın yolu / Satanizm / Vica dini Mormonizm.
Günümüzdeki İnanç sistemlerinin yalnızca sayfada yer verdiklerimiz. Eğer devam etmemizi isteseydiniz, bunun on katı daha din ve inanç sistemlerini yazabilirdik. O zaman kafamızı öykümüzün başladığı noktaya çevirelim. Günümüzde bile bu kadar inanç kavramı var iken, YEDİ MİLYON YIL ÖNCE... Acaba nasıl bir inancımız vardı? İnanç var mıydı? İnanmayı bilen var mıydı. Bunu hep birlikte irdeleyelim.
Ne korkunç bir soru!!!. Evet. Çünkü her şeyden korkuyorduk. Ve her şey bizim için MUTLAK BİLİNMEZLİK içeriyordu. Bu yüzden bilmediklerimizden korkuyor ve korkumuzu yenecek sığınaklar arıyorduk. Yukarıda sığındığımız gibi.
Varsayalım ki bir kasırga tam pusuya düşürdüğümüz bir hayvanı parçalayacakken hepimizi kâğıt peçete gibi yüzlerce metre uzağa süpürmüş olsa, düşüncemiz ne düşünürdü acaba?
Çığlığımız yankı yapsa, kendi sesimizin aksinden mağaranın içlerine doğru kaçışmaz mıydık acaba Çok daha basit sorsak ve hıçkırığımız tutsa, acaba yedi milyon öncesi insanımsı, eline geçirdiği taş parçasıyla kafamızı parçalar mıydı? Ne güç bir soru?
Şimdilerde bile rüyalarını yorumlayanlar, yedi kez milyon sene gerisi gitseler, ne yatak yorgan nede peteklerin sıcaklığı. Hayvan postunu bile bulamamışız. Donmamak için birbirimizin götüne sığınmışız. Ateşin bulunmasına 6 milyon iki yüz bin yıl daha varsa, nasıl yorumlardık düşlerimizi. Ya da yorumlayabilir miydik?
Yedi milyon öncesi, rüyasında yılanın boğazını sıkarken ter içinde zıplamış birisi, bacakları arasında kendisini sokan yılanı aramaz mıydı acaba?
Ne çok, acabalarımız birikiyor. Biriktikçe, bırakın gökten göktaşı düşmesini, soğukta ağzımızdan çıkan buharın bile tanımını yapamaz, içimizden bir şeylerin uçuştuğunu sanmaz mıydık? Bir şeylerin bile anlamını bilmezken.
Sıra öykümüze geldi.
Öykümüz, zifirden daha kara, gabyana gecelerden daha gece olan, bir andan söz edeceğiz.
Siyah ve kara bulutlu kör bir gece. Ne yıldız, ne ay ışığı. Zift katranı bir karanlık çökmüş. Otuz kırk kişi bir kovuk içine sığınmışız. Ne sokak lambası ne bir mum ışığı. Birbirimize sokuldukça sıkışmışız. Etten barikat kurmuşuz. Yağmur siper edindiğimiz kovuğun tepesinden sağanak sağanak aşağı dökülüyor. Dişlerimiz takırdıyor. Ayaklarımız buz olmuş. Ne patiğimiz ne pufumuz. Uluma sesleri üzerine biraz daha sıkışıyoruz gerilere. Keskin taşlarımız bile yok elimizde. Bir gök gürlemesi ve ard arda parlayan şimşek. Korkumuzu seyredeceksin. Altımıza kaçırmışız çoğumuz. Bokumuzun sıcağı bile hoşumuza gidiyor o an. Kömür karası bulutların arasında ışıklar çakıyor. Bebeler çığlık çığlık. Birden kayaların çatırdamasını duyuyoruz. Sığındığımız kovuktan taş parçaları düşüyor. Nasıl paniklemişiz o anda.
Şu andaki gibi. Nasıl merdivenlere koşmuşuz kendimizi sokağa atmak için. Radyo 7.4 diyor yer sarsıntısı için. Noktasını bile bilebilirken, milyon seneler öncesi altımıza bok yapmışız çok mu...
Gözün gözü seçemediği o gecede el yordamıyla yavrularımızı koltuğumuzun altına alarak dışarı fırlamışız. Konuşma dilimiz henüz gelişmemişken tasarımlı bir çıkış da düşünemezdik elbet. Belki birkaç bebeyi orada bırakmış olabiliriz. Açık alana kaçıyoruz. Yağmur değil sanki sel akıyor kafamıza. Bu gece kıçımızı kurtarmamız zor. Zira uluma sesleri çok yakında. Homurtularla korunmamız gerektiğini anlatıyoruz birbirimize. Kim neyi anlıyor göreceğiz birazdan. Sırtla nımsı mı? Çakalımsı mı? yoksa adını hiç bilmediğimiz sürünen, zıplayan, yarı uçan yırtıcılar mı? Muhtemelen... Yanımızdan akan nehir toprağı balçık haline getirmiş. O nehri çok iyi biliyoruz. Bir kere bile hiç birimiz karşı sahile canlı varamadık. Ya bacağımızın tekini ya da bedenimizi bırakarak can verdik batak canavarlarına.
Aç seslerin ulumalarını ensemiz üzerinde hissediyoruz. Orantısız bir saldırı başlıyor. Çene yapıları uzun olanlarla göğüs göğse çarpışıyoruz. Bebelerimiz ortada bir yerlerde. Erginler çemberin dışında. Dişe pençeye karşın, yumruk ve taş bir savaş başlıyor. Canlarını kurtarmak isteyenler 200 -300 metrelik dev ağaçlara birkaç metre tırmanıyorlar ancak. Ağaç kovuklarını bulanlar daha şanslı. Uyuyan bebeler, gırtlağına yüklenmiş sivri dişlerin basıncıyla uyanıyorlar. Ve hiç uyanmadan can çekişiyorlar. Az sonra sürü doymuş bir şekilde ağız kenarlarını yalayarak uzaklaştığında, bu kez de yukarıdan leş yiyicilerin, et yiyicilerin kanat sesleri duyuluyor. Bebeler havalanıyor mutlaka. Göremiyoruz çünkü. El yordamıyla çevremizi yokluyoruz. Çok sonra, Otuz kırk kişiden, üç beş kişi kalıyoruz. Evin en güvenilir ortamında, gece sessizliğinde bir tıs sesi bile bizi ürkütürken, varın o vahşet ortamını siz düşleyin. Güne, kara bulutların arasında sıyrılan ilk ışıkları vurduğunda, manzara vahşet bile değildir. Nasıl bir intikamcı, nasıl bir kindar böylesi bir ortamı yaratabilir? Dört erkek bir dişi kurtulmuştur. Bebeklerin hepsi kemirilmiştir. Felaket ortamı hemen terk edilir. Ancak gidilecek yer, bırakılan yerden farklı olmayacaktır. Erkek kadını karın üstü yere iteler. Arkasına dolanır. Naralar atar. Sonra, soluyarak üzerinden kalkar. Sıradaki erkekler kadının yerden doğrulmasını beklemez. Bu ilişkiden bebek çıkacağını bile bilmeyen küme homurdanarak yollara düşer. Daha günümüze gelmeden önce, on binlerce yıl sürecek buzul çağları aşmak zorundayız. Yeniden derenin akış yönüne gider isek, soracağımız soru bu kez çok daha acımasız olacaktır. Tanrı nerede? Yırtıcılar tarafından canlı canlı parçalanmamız Kader, yazgı, öyle istemiş, böyle buyurmuş şöyle irade etmiş, adı her ne olursa olsun nasıl acımasız bir sınavdır bu?
Yarattığı canlının daha güçlü pençesi olan, daha güçlü çene yapısı olan, daha sivri gagası olanlar tarafından didiklenmemiz hangi sınavla açıklanabilir? Kan kokusuna duyarlı, et kokusuna duyarlı, doymak için her yönden saldıran yırtıcı ve parçalayıcıların, kaderimiz içinde rol biçen yaratıcı, başka bir kader yaratamaz mıydı? Uzun ve güçlü çene yapılarıyla bebelerin hayalarını koparırken, et yiyicileri seyreden bir tanrı, kendisine başka bir seyirlik yaratamaz mıydı?
‘Tanrı sonsuz merhametli ve... Annee. Ne oldu yavrum? Düştün mü? Hıı. Mutfak dolabının arasına sıkışan parmağını göstermektedir ufaklık. Ben şimdi o dolabı dövmez miyim. Hıh. Al sana al sana...
Az bir çizikte dahi acıyan canımız için annemize koşarız. O bizi kucağına alır. Öper sarılır gıdıklar ve acımızı unutturur. Oysa bir mağara kovuğunda başlayan öykümüz, parmaklarımızın kollarımızın ve bedenimizin daha canlıyken kıtır kıtır çiğnenmesi, yutulması, gırtlağımız bastırılmış pençeleriyle yanağımızın koparılması nasıl bir SINAVDIR? Hadid / 22 - Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.
Yazılı tarih böyle diyecektir. Ya yazısız tarih!? Her şeyi gören duyan seyreden bir yaratıcı hangi iradesinin sonuçlarını görmek için bu vahşet ortamını yaratmıştır? Seyirci kaldığı değil, daha yaratmadan önce, yaratacağı ortamı bilen bir yaratıcının, iradesini bu yönde kullanmasının kendisine göre kolay olduğunu kanıtlamak için mi böyle bir uygulamaya rıza göstermiştir?
Bir şeyin sonsuzluğu içine / ikinci bir zıtlığı koyar iseniz / o şey sonlu olur. Eğer ki Sonsuz merhamet içine - cehennem azabını koyarsanız / sonsuz merhametinizi kuşkuya düşürürsünüz. Ve eğer yarattığınız tuzağa birde iblisi de ortak ederseniz / merhametiniz yırtılır sökülür ve parçalayıcıların dişleri arasında lokma lokma edilir.
Yeryüzünde vuku bulan hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce. Tanrının böyle söylediğini söylüyor yedi milyon yıl sonra dünyaya gelenler.
Oysa Tanrı; olacak olaylar için / önceden bildiği gibi mi diledi, yoksa bildiğinin dışında mı olmasını diledi? /
Eğer bildiği gibi dilediyse, seyredeceği ortamı, âlemi var etmeden önce zaten bilmekteydi. Öyle ise bildiği bu seyirlik ortamı yeniden yaratmasına sebep neydi?
Biz yeniden milyon sene öncelerimize dönelim. Ve yeniden soralım... Ölmeden önce didiklenerek, koparılarak, parçalanarak ölmelerini irade etmiş midir?
‘Şüphesiz ki bizi inkar eden kafirleri biz yarın bir ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, kendilerine başka deriler vereceğiz. Çünkü Allah gerçekten çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir!’
Hüküm ve hikmet sahibi!!!
Ve daha acınası bir soru soralım. Daha bizi yaratmadan önce, derilerimizin sökülerek yeniden ve yeniden yakılacağımız bir cehennemi yaratan yaratıcı, şu sivri dişlerini gırtlağımıza geçirmiş sırtlandan, sürüngenden, çakaldan daha az mı yırtıcıdır sorusuna verilecek en doğru yanıt / tanrı, korkularımızın ürettiği, bilmezliğimizin, çaresizliğimizin yaratıcısı olmak zorundadır. Tanrı düşlerimizin tanrısıdır... Ne sınav ne kader. Tanrı, baş edemediklerimizin adıdır. Tanrı acizliğimizin sonucudur.
Evrende canlı neslin oluşmasıyla birlikte, birbirlerini boğazlayan canlı türlerine dönüşmüşsek Vahşetimiz akıl dışıysa / kendi dışımızda hem cezalandırıcı, hem de merhametli birini aramamız da kaçınılmaz olacaktı. Ancak çelişkimizi kavrayamıyorduk. Kaynayan bir cehennem / kazanın kepçesini karıştıran bir iblis / Her türlü yırtıcıların et koparma duyusu / hakem olarak bir tanrı / ve yaşadıklarımızın sınav olduğunu söyleyen yalvaçlar. Ne tramvatik bir çağ.
Kendi iradesini, kullarının üzerinde sınayan bir irade, nasıl olur da yırtıcılar tarafından parçalanırken, cüzi iradenin kul iradesi olduğunu söyleyebilirdi.
Ya da, Sonsuza kadar her oluşuma hüküm veren bir yüceliğin, kullarını aç yırtıcılarla sınaması hangi yüceliğe sığardı?
Özcesi; Sonsuz merhamet / hiçbir zulümle açıklanamaz.
Tanrı nerede sorusuna verilecek yanıtı artık biliyoruz. Tanrı korkularımızın adı, bilenmezliğin tanımıdır. Ancak topuklu ayakkabıları giyip kravatımızı düzeltme çağına geldiğimizde değişen şeyin / yukarıda sıraladığımız dinlerle yer değiştirdiğini görmekteyiz.
Bu tanım, Tanrının kurumsallaştığını gösteren acınası bir durumdur. Çünkü acınası yapımızı örtmeğe ihtiyacımız var. Çünkü canımızı acıtan birileri var.
Kanıtlanmamış bir şeyi açıklamak için / kanıt aramaya da, ihtiyacımız yoktur.
Peki, Ya varsa!!!
Eğer öbür dünya yoksa bizim kaybedeceğimiz bir şey yok. Ama ya varsa. Cehennemlerde sonsuza dek yanacaksınız!!!
Ne ironik bir serzeniş. Önce kendini garantiye alıyorsun soruyu sorarken. Ardından kuşkunun arkasına saklanıyorsun. Ya da imanın eksikliğini tam olarak yerine getirememiş olmanın suçluluk duygusunu taşıyorsun. Sıra kendini aklamaya geliyor. Birde karşıdakinin ne diyeceğini merak ediyorsun. Son olarakta, inanan biri olarak kendini cennete / inanmayanı da cehenneme layık görüyorsun.
Ancak senin kaygını giderecek değiliz. Ya varsa sorunu da açıklamayacağız. Çünkü senin durumun, sorduğun sorudan daha vahim.
Çünkü insanları ikna edebilmek için iyilikten yana, insanlık adına nasıl bir ters rol üstlendiğinin farkında bile değilsin.
Doğrudur, cennetin var olması için cehenneme, sizin gibilerin kendini kurtulmuş hissetmesi için de imansızlara gerek vardır. Bu basit diyalektiğin ayrımına bile varamayan, böylelikle kendini inkâra kalkışanlara şu kadarını söylemek isteriz ki, başkalarının günahından kendine cennet müjdeleyen birinin içindeki huzursuzluğu taşımaktansa, kendi adımıza yanmayı tercih ederiz. Çünkü üzerindeki yükü hafifletmenin diğer bir yolu, kendinden daha suçlu birinin aranmasından geçiyor. Ya varsa!? Cehennemden kaçmak için başkalarının günahlarına yaslanıyorsun. Ancak şunu göremiyorsun. Başkalarının günahlarını işaret ederken kendini cennetlik görmenin nasıl bir acımasızlık olduğunu da görmüyorsun. Senin sorunun sorduğun sorudan daha vahim birader. Sonuç olarak şunu söylemek isteriz. Araştır, sor sorgula, merak et kurcala, oku incele. Hepsini bir yana iteliyorum. Bu kadar incelik yeter. Bende kaba olmaya karar verdim.
Ya YOKSA!!!