Ahlaki açıdan Tanrı kavramını incelerken iki ayrı konu akla gelmekte. Bir tanesi, ahlaki prensiplerin ve kuralların kökeni (ahlak insani midir, Tanrısal mıdır) konusu, bir diğeri ise Tanrı kavramının ahlaki açıdan sorun çözmekten ziyade, yarattığı çeşitli teorik sorunlar konusu. Bu ikisine ayrı ayrı değinmek istiyorum.
Ahlaki Kuralların Kökeni
Tanrı olmadan ahlak diye bir kavramın anlamsız olacağı ve inançsız birinin ahlaklı olmak için bir dayanak bulamayacağı inançlıların yaygın kabullerinden biridir. Toplumsal yaşamın her yönüne girmiş olan dinin binlerce yıllık etkisi, bu konulara yeterince kafa yormayan ortalama vatandaşın zihninde bu yönde bir şartlanma oluşturmuştur. Halbuki biraz düşünülürse, aslında farkedi lecektir ki ahlaki kuralları getiren faktör dinin kendisi değildir, dinler sadece ortaya çıktıkları toplumda zaten mevcut olan ahlaki prensipleri ve kuralları benimseyip üstlenmişler, belki zamanla biraz değiştirip bunların topluma dayatılmasında rol oynamışlar ve bu kuralların ilahi ve din kökenli olduğu sanısını yaratmışlardır.
Bunun böyle olduğunu anlamak için antropologların, filozofların, etik uzmanlarının çalışmalarını incelemek bile gerekmez, ki incelenirse özellikle de modern bilimde ahlak kurallarının kökeninin evrimsel süreçte ortaya çıkmış ve insan kökenli olduğunun açık bir biçimde ortaya konduğu da görülecektir elbette, fakat çok basit bazı zihinsel muhakemeler zaten bu konulara daha önce çok fazla kafa yormamış bireyleri bile ikna etmeye yetecektir diye düşünüyorum.
Allah’a inanmıyorsan neden çalıp çırpmıyorsun, ya da suç işlemiyorsun, tecavüz etmiyorsun, vs türü sorularla ateistlerin karşısına çıkan inançlıların ateistlerden aldıkları en yaygın cevap doğru ve yanlışı ayırt etmek için ateistin Tanrı kavramına ihtiyaç duymadığıdır. Ateist bu soruya genellikle karşı bir soruyla cevap verir. Der ki, demek ki sen bir inançlı olarak eğer Tanrı’nın seni cezalandıracağını düşünmüyor olsan, tüm bu ahlak dışı eylemlere girişeceksin, öyle mi? Demek ki asıl sen tehlikeli birisin, asıl sen neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda kafası karışık ve güvenilmeyecek birisin. Bu uygun bir cevap olmakla birlikte, aslında meselenin vurgu yapılması gereken bir başka yönü daha var. Düşünün, ahlakın Tanrısal olduğunu iddia eden inançlı, karşısındaki inançsızın ahlaklı olabilmesi için kendisinden iman beklemektedir, ama gözden kaçırmaktadır ki, eğer karşısındaki ahlaklı olmanın ne olduğunu zaten daha baştan bilmiyor olsa, bu ahlakın dinde ve Tan rı’nın taleplerinde mevcut olduğunu da bilemeyecektir!
Yani, neyin ahlaklı neyin ahlaksız olduğu, söz konusu kişi bir inançlı da olsa, inançsız da olsa aslında bir ön bilgidir. Ahlak dinden geliyor olsa, dinle tanışmamış kişilerin ahlaklı olması beklenemeyeceği gibi (ki pek çok ahlaklı ateist olduğu doğrulanabilir bir bilgidir), ateistlerin ahlaklı olmanın ne demek olduğunu anlamaları da beklenemezdi. Yani ahlak argümanı yoluyla inançsızları dine çağırmanın da bir imkanı kalmazdı. “Peki ahlak nereden gelir? Kökeni nedir?” diye sorulursa, kısa cevap olarak denebilir ki, ahlak insanoğlunun biyolojik ve toplumsal evrim sürecinde yaşadığı bazı gerekliliklerden ortaya çıkmış ve insan gruplarına yerleşmiştir. İnsanoğlu, hayatta kalma olasılığını arttıran yollardan birinin toplu olarak yaşamak ve bu yolla birbirine destek olmak olduğunu en ilkel dönemlerinden beri bilmektedir. Toplu yaşamak ise bir cemiyet olmayı gerektirir, ve tek tek kişilerden ziyade grubun genel iyiliğini sağlamaya yönelik bazı içsel kuralları ister istemez ortaya çıkartır. Birinin elindeki yiyeceği çalmak iyi değildir, çünkü o zaman öbürü de senin veya çocuğunun yiyeceğini çalacaktır. Birisine saldırıp öldürmek iyi değildir, çünkü o zaman senin de başına aynı şey gelebilir ve sen de hayatını tehlikeye atmaktasın. Grubun genel iyiliği için barış ve uyumlu yaşam en ideal amaçtır, ki bu durumun sağlanabilmesi için de bazı görünmez ortak anlaşmalar gerekmektedir. Bunlar doğal olarak, ister istemez ortaya çıkan şeyler olmaktadır ve birbirinden bağımsız insan topluluklarında bile temel ahlak kuralları aşağı yukarı aynı kalır. Tabi değişen koşullara göre değişik toplumlarda ahlaki kurallar küçük farklılıklar da gösterebilir, ama insanoğlu dünyanın neresinde yaşıyor olursa olsun, evrimsel tarihinde karşılaştığı sorunlar benzer olduğundan, temel ahlaki konularda genel olarak, aşağı yukarı benzer sonuçlara ulaşmıştır. (Örneğin çalmak, öldürmek, başkasının hakkına müdahale etmek, vs iyi değildir. Dürüst olmak, yardımsever olmak iyidir, vs).
İnsan sosyal bir varlıktır, ve görerek, yaşayarak, şartlanarak öğrenir. İçinde yaşadığı toplumda dayatılan görünmez kuralları, bunlar kendisine açıkça anlatılmadığı durumlarda bile görür, sezer ve benimser. İşte ahlak kuralları da topluma böyle yerleşir ve böyle nesilden nesile aktarılır. Farklı toplumlara göre veya zaman içinde değişen koşullara göre bu kurallar ufak farklılıklar gösterebilir, ama meseleye nasıl bakılırsa bakılsın, ahlak kuralları dünyevidir, bu dünyadan çıkar, buraya aittir. Dinlerin bu kuralları benimseyip dayatmaları, insan hayatının her yönüne girip düzenlemiş olmalarından ve tarih boyunca kitleleri kontrol etme maksadıyla kullanılmalarından kaynaklanmaktadır. Dinlerin etkisi toplumlara yerleştikçe, zamanla öyle bir sanı yerleşmiştir ki, bu ahlaki kuralların kökeninin dinler olduğu zannedilmeye başlanmıştır. En azından konuya yeterince kafa yormayanlar tarafından.
Tanrının Varlığı ve Ahlak
Bütün bunlar bir yana, dinler toplumdaki mevcut ahlaki kuralları bünyelerine alıp benimsemiş ve dayatmış olsa da, özellikle semavi dinlerin kökeninde mevcut olan her şeye kadir bir Tanrı anlayışı, aslında konu biraz irdelendiğinde pek çok alanda olduğu gibi ahlaki açıdan da sorun yaratmaktadır. Yani aslında semavi dinlerde geçen türde bir Tanrı ile, insanoğlunun zihnine yerleşmiş ahlaki kuralları bağdaştırmak ve ör tüştürmek de çok zordur.
Bu genellikle gözlerden kaçar, çünkü bu konuları irdelemek ortalama bir inançlının bir alışkanlığı değildir. Tanrı kavramının ahlaki açıdan yarattığı en bariz sorunlardan biri, adalet kavramıyla ilişkili olarak karşımıza çıkar. Adalet ve adil olmak, içimize işlemiş en temel ahlaki prensiplerden biridir. Bu yüzden Tanrı’ya islamda yakıştırılan sıfatlardan biri de adil sıfatıdır mesela. Ama aslında, yaygın şekilde bilinen ve inanılan haliyle, semavi dinlerin Tanrısını adaletli oluşu açısından savunmak pek mümkün değildir. Semavi dinlerin kutsal kitaplarında geçen Tanrı pek adil değildir ve bu aslında oldukça da bariz bir bilgidir. Sık verilen örneklerden birkaçı dünya üzerindeki eşitsizlik, adaletsizlik ve haksızlıklar, insanların çektikleri acılar, ateistlerin kalpleri mühürlü olarak yaratılmış oluşları ve Allah öyle istediği için inanmıyor olmaları, kader konusu, vs. Daha düşününce çok daha fazla örnek de bulunabilir elbette bu konuda. Fakat işin özeti şu ki, ne Tanrı, ne de yarattığı söylenen bu dünya pek de adaletli görünmüyor. Dolayısıyla, bu işte bir terslik var.
Semavi dinlerin Tanrı’sının ahlaki açıdan incelenmesi sırasında göze batan birbaşka konu da felsefede çok incelenmiş ve hakkında çok şey söylenmiş olan kötülük problemidir. Bu konudaki paradoks iyi bilinir. Denir ki, Tanrı varsa, her şeye kadir ve iyiyse, o zaman kötülük olmaması gerekir. Eğer Tanrı iyiyse, kötülük varolduğuna göre, demek ki kötülüğü önleyemiyor, yani her şeye kadir değil. Eğer her şeye kadirse ve kötülük varsa, demek ki Tanrı iyi değil. Dolayısıyla, kötülüğün varlığı tartı şılamayacağına göre, ya Tanrı iyi değildir, ya her şeye kadir değildir, ya da Tanrı diye birşey yoktur.
Tanrı’ya atfedilen her şeye kadir ve her şeyi bilir oluşu gibi sıfatları, ahlaki açıdan başka problemler de yaratmaktadır. Örneğin, böyle bir varlık, evrendeki sadece fiziksel şeyleri değil, akıl, mantık ve ahlaki kurallar gibi şeyleri de yaratmıştır doğal olarak; ve her şeye kadir olduğundan, herhangi bir anda fikir değiştirmeyeceğinin bir garantisi de yoktur. Dolayısıyla, hayatta dayandığımız tüm kurallar, prensipler, ahlaki olanlar da dahil olmak üzere, kaygan bir zemindedir ve her şeye kadir, canının istediği herşeyi yapabilecek, sonsuz güçlü, kaprisli bir varlığın keyfine bağlıdır. Bu, dayandığımız herşeyin ve tüm prensiplerin aslında pamuk ipliğine bağlı olduğu anlamına gelir bir bakıma. Çünkü Tanrı isterse iyiyi kötü, kötüyü iyi yapabilecektir. Mantığımızı ters düz edebilecektir. Böyle bir ortamda, herhangi bir kurala, prensibe nasıl güvenilebilir? Herhangi birşeyin mutlak olduğu nasıl iddia edilebilir? Kısacası, Tanrı kavramı aslında semavi dinlerde portre edilen haliyle pek çok açıdan olduğu gibi ahlaki açıdan da problemli bir varlıktır.
Tanrı varsa ve herşey gibi ahlak kuralları da ondan geliyorsa, sonsuz güçlü bir Tanrı’nın kaprisine kalmış bu evrende, mutlak olan herhangi birşeyden, ahlak kuralları da dahil olmak üzere bahsetmemiz mümkün değildir. Yani, aslında durum inançlıların ilk tepkilerinin tersine bir durumdur. Tanrı olmazsa nasıl ahlaklı oluruz sorunu değildir sorun pek çok inançlının gündeme getirdiği gibi, tam tersi, sorun aslında Tanrı varsa nasıl ahlakın varolabileceği sorunudur. Teorik ve felsefi açıdan, semavi dinlerin Tanrı’sı ile insanoğlunun benliğine yerleşmiş ahlak kurallarının nasıl bağdaştırılacağı sorunudur. Yani, ahlak aslında Tan rı’ya dayandırılmayan ateist bakış açısından bakıldığında daha kolay anlaşılır ve daha iyi açıklanır.
Tabi konu genellikle bu yönüyle ve bu düzeyde analiz edilmez doğal olarak. Bu yüzden de ahlakın Tanrı’dan geldiği ve ateist olunursa ahlaklı olunamayacağı sanısı toplumda yaygın bir inanış olarak varlığını sürdürür.