Benim smiley’im daha mutlu!

Benim smiley’im daha mutlu!

01/09/2016

Bir dine inananların inanmayanlardan daha mutlu veya daha huzurlu olduğuna dair genel bir kanı vardır. Bu kanıya sahip olanlar, ulvî bir varlığa inanıyor olmanın getirdiği duygu yoğunluğunun, insanı buna sahip olmayanlara göre daha iyi hissettirdiğini iddia ederler. Gerçekten de her şeyi görüp bildiği için asla sağlanamayacak adaleti sağlayabilen, başınız sıkıştığında koşup sığınabileceğiniz, arabaya binerken kaza yapmamak için onun adını söyleyerek yolculuğa başladığınız, dolayısıyla sizi koruyup kollayan bir varlığa sırtını dayamanın verdiği güven, insanı daha huzurlu kılar gibi görünüyor; bunu anlıyorum. Ama...

Geçenlerde bir film izledim: Türkçeye “Yalanın İcadı” diye çevrilen The Invention of Lying. Filmi yazan, yöneten ve başrolünde oynayan Ricky Gervais’in, bir ateist olduğunu neredeyse her konuşmasında dile getirmesinden midir, konuyla ilgili aktivist sayılabilecek bir insan olmasından mıdır bilmiyorum, bu filmin pek çok yerde “ateist film” olarak tanımlandığını gördüm. Filmin, ateist bir film olduğuna emin değilim; fakat bir ateistin, bu filmi izlerken dindarlardan daha çok keyif alacağı kesin. Filmi izlediğimde, dergimizin sinema köşesi için onunla ilgili bir yazı yazmayı düşündüm, ama konu sinema köşesini aşan birtakım ahvale büründü.

Filmde, yalanın olmadığı bir dünya resmedilmiş. Tabii, yalanın olmaması senarist için aynı zamanda “mutlak dürüstlük” anlamına da geliyormuş ki; bu dünyanın insanları yalan söylememek bir yana, “fazla” dürüst. Yine senariste göre, “aşırı dürüstlük”, insanların akıllarından her geçeni hemen söyledikleri bir dünya anlamına geliyormuş ki; kimsenin ağzında bakla ıslanmayan bir toplum tasvir edilmiş. Yalanın bir alt-türü olan kurgunun da var olmadığı bu dünyada yaşayan ve aklından geçen her şeyi anında söyleyen, aşırı dürüst insanlardan birisi olan baş karakterimiz, bir gün işinden kovulur; parasızlık yüzünden sokakta kalmak üzereyken, bir anda “yalan söylemeyi” keşfeder ve olaylar gelişir.

Bir kez farkında olmadan yalan söyleyen ve böylece yalan söyleyebileceğini keşfeden baş  karakter, dünyada yalan söyleyen tek insanın kendisi olması nedeniyle çeşitli fırsatçılıklar yaparak, işini ve hayatını yoluna koyar. Yalan söyleyebildiğini fark ettikten kısa bir süre sonra, hastanede durumu ağır olan annesini ziyaret eder ve doktorların, birkaç saat içinde öleceğini söyledikleri annesinin yanında kalır. Ölmek üzere olduğunu bilen annesi, korku ve telaş içindedir ve ağlayarak, bir anda yok olup gitmenin ürkütücülüğünden bahseder durur. Son dakikalarını belirsizliğin korkusu içinde geçiren ve ağlayan annesine daha fazla dayanamayan başrol, yeni keşfettiği yeteneğini kullanarak ona korkmaması gerektiğini, ölen insanların çok güzel bir yere gittiğini, orada tüm sevdikleriyle beraber olacağını, kocaman bir konağı olacağını, huzurlu olacağını vs anlatır. Yalanın var olmadığı dünyada, anlatılanları hemşire ve doktorlar da şaşkınlık içinde dinler ve etkilenir. Ertesi gün, başrolün evinin kapısının önünde, “Bize ölüm hakkında bildiklerini anlat!” diye bağrışan yüzlerce insan toplanmıştır. Başrol, bir süre insanlara ne diyeceğini bilemeden eve kapanır, ama sonunda kapının önünden ayrılmayan kalabalığa bir şeyler söyleme gereği hissederek, bir hikaye uydurur. Uydurduğu hikayede, insanlara, gökyüzünde bir adam olduğunu ve öldükten sonra bu adamın herkese birer konak vereceğini anlatır. Hikayesi, kalabalıktan gelen sorulara verdiği mecburi ve spontane cevaplarla geliştikçe, sonunda bildiğimiz, klasik dinin ta kendisine dönüşmüş olur. İnsanlar, kendilerine verilen vaatlerle artık daha mutludur.

Tıpkı konak sahibi olup sevdiği herkesle beraber yaşayacağını duyduğunda, korkusunu yenerek huzurlu bir şekilde ölen anne gibi, filmde herkes için genel olarak yapılan “bu vaatlerle artık daha mutlular” vurgusu gerçeğe dayanıyor mu? Yani tanrı inancı, insanları daha mı mutlu kılıyor? Tartışmadan önce bilmemiz gerekir ki, bu soruya uzun yıllardır, çığlık çığlığa “EVET!” cevabı veriliyor. Konuyla ilgili çeşitli araştırmalar yapılmış ve bu araştırmaların büyük kısmında, inanç sahibi olmakla mutluluk arasında pozitif bir ilişki bulunmuş. Bizi koruyan ve belli koşulları sağlamamız halinde bize huzur vadeden gökteki bir varlığa sırtını dayamak, insana her şeyden önce güven ve bu güvene bağlı olarak huzur veriyor gibi görünüyor, evet. Bu, inananlar açısından doğru olabilir; ancak işin içine inanmayanlarla kıyas girdiğinde, bence iş değişiyor.

Öncelikle herhangi bir dine inanmamak anlamına gelen, nonteistlik kavramının bir sağlanma şartı bulunmalı. Yani bir insanın nonteist veya ateist gibi kavramlarla anılabilmesi için, daha öncesinde herhangi bir dinle veya tanrıyla en azından düşünsel anlamda muhatap olmuş olması gerekir.

Öncelikle herhangi bir dine inanmamak anlamına gelen nonteizmin bir sağlanma şartı da bulunmalı. Yani bir insanın nonteist veya ateist gibi kavramlarla anılabilmesi için, daha öncesinde herhangi bir dinle veya tanrıyla en azından düşünsel anlamda muhatap olmuş ve onu reddetmiş olması gerekir. İçinde yeni doğmuş bebeklerin olduğu küvezlerle dolu bir odaya, camekândan bakan iki kişiden birinin diğerine, “Hiç bu kadar ateisti bir arada görmemiştim” dediği karikatür, gördüğümde bana da çok tatlı geliyor. Tatlı ve bir iki saniyeliğine insanın içini ısıtan cinsten... Ne var ki, henüz tanrı veya din kavramıyla hiç tanışmamış insanlar, “tanrıya inanmamak” gibi ortak bir nokta bakımından pratikte ateist olsalar da, bana göre ateist düşüncenin temel koşulunu yerine getirmedikleri için teknik olarak ateist değiller. Tanrı veya dinin vaatlerine inanmamak, bebekler ve yetişkin ateistler için günlük hayatta bir ortak nokta gibi görünebilir; ancak minik minik ateistler hayal etmek insana ne kadar sevimli gelse de, henüz tanrı kavramıyla hiç tanışmamış bir insanın “ateist olduğu” ileri sürülemez.

The Invention of Lying filminde olduğu gibi, tanrı kavramıyla hiç karşılaşmamış ve bu yüzden bana göre ateist sayılmaması gereken insanların, tanrı kavramına öğrenip benimsedikleri zaman kendilerini daha mutlu hissettikleri veya buna benzer çıkarımlar, yukarıda saydığım nedenlerden ötürü doğru bir kıyaslamaya dayanmamaktadır.

Şimdi, yazıyla ilgili gördüğüm bu filmi geçerek, inancın ve inançsızlığın birlikte var olduğu bir dünyaya gelelim. Dindar insanların, inançları sayesinde herhangi bir dine inanmayanlardan daha mutlu olduklarını düşünmüyorum. Bunun pek çok sebebi var. Ateistler genellikle doğal afetleri, fenomenleri, ölümcül hastalıkları ve hatta ölümün kendisini bile çok daha olgun ve gerçekçi bir şekilde algılar ve kabullenirler. Rasyonel bakış açısı sayesinde, bir organizmayla bile empati kurma konusunda daha yeteneklidirler ve bu, onları dünyevi hadiselere karşı psikolojik olarak daha dayanıklı kılar.

Elbette dinlerden ve tanrılardan bahsederken, yalnızca korku ve endişeden dem vurmak haksızlık olur. Nerede kaldı cennet vaatleri; huriler, abdest alırken kolunu ıslattığın hizaya kadar takılacak olan altın bilezikler?

Ölümden sonra gelecek ödüllerin hayaliyle yaşamak ve hayatındaki davranışları bu ödüllere ulaşacak şekilde ayarlamanın verdiği “torpilliyim” rahatlığı, yadsınamayacak bir konfordur. Kimisinin, “ibadetin getirdiği huzur” derken farkında olmadan kastettiği şey, aslında bu rahatlıktır; bu yüzden dindar insanların daha mutlu veya huzurlu olduğu iddiası genellikle bu rahatlığa dayandırılır. Ancak unutulmamalıdır ki, nonteistlerin de bildiğimiz tek yaşam olan bu yaşamda yeterince tatmin olabilmeleri, skoru eşitler nitelikteki karşıt bir gerçektir.

Konuyla ilgili pek çok araştırma yapıldığından bahsetmiştim. Yakın zamanda, yaşları 18 ile 73 arasında değişen 124 kişinin katılımıyla gerçekleşen ve Oxford Mutluluk Anketi ve Subjektif Mutluluk Ölçeği olmak üzere iki farklı ölçütün kullanıldığı bir araştırma daha yapılmıştır. Araştırmada yer alan katılımcılardan tanrıya inananların sayısı 13; tanrıya inanan ve ibadî aktivitelerde bulunanların sayısı 53; agnostik olanların sayısı 17; ve ateist olanların sayısı ise 41 olarak belirlenmiş. Çalışmanın sonucunda, önceki çalışmaların aksine, katılımcı gruplarının mutluluk seviyeleri arasında, kullanılan her iki ölçütte de belirgin bir fark olmadığı ortaya çıkmış. Yani sonuçlara göre inananlar, inanmayanlardan daha mutlu değil ve mutluluk seviyeleri oldukça yakın. Araştırmanın sonuç kısmında, karşılaştırma yapabilmek için denek sayısının çoğaltılması gerektiği de eklenmiş. (1)

Yani anlayacağınız kimsenin smiley’si diğerininkini dövemiyor; herkesin acısı da, coşkusu da kendi ölçütlerine, inançlarına veya inançsızlığına göre değer kazanıyor.

Bu yazımı, kök kısmı unutulup gitmiş olan; ve günümüzde sadece yapım eki almış hali kullanılmakta olan kelimelere; ve bir de gülümseyebilen tüm nonteistlere adıyorum.

Mutla kalın!

 

Dipnot:

(1) The Journal of Happiness & Well-Being, 2016, Cilt: 4, Sayı: 1