Bu yazıyı yazmaya Şubat ayının ortalarında başlamış bulunuyorum. Yazının yazıldığı günlerde, yani 2014 Türkiye’sinde, gündem neresinden bakılırsa bakılsın normal olmayan bir karakteristik sergilemekte ve manzara-i umumiye şu şekilde: İslamcı bir partiyle, çok yakın zamana kadar koalisyon ortağı olarak çalıştığı illegal bir tarikat, muazzam bir iktidar kavgasına girişmiş durumdalar. Yolsuzluk dosyaları, dinleme kayıtları, fişlemeler, görevden almalar, fetvalar, ayetler, hadisler, beddualar havada uçuşuyor.
Ortada çok açık bir devlet ve rejim krizi var. Devletin jandarmasının devletin istihbarat elemanına silah çektiği, polisin savcının emirlerine itaat etmediği, bir gecede yüzlerce polisin görev yerinin değiştirildiği, medya-siyaset ilişkisine dair bütün pisliklerin ortaya döküldüğü bir kriz hali.
Peki ne oluyor? Yaşanılan sürece nasıl bakmalı, süreci nasıl değerlendirmeli? Biraz geriye gidelim ve olan biteni anlama çabamıza oradan başlayalım. Çünkü tarihsel bir perspektif olmaksızın yaşanan kavgayı anlamamız imkânsız görünüyor.
AKP İktidarı: İstikrar Kılıfında Rejim Değişikliği
3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye toplumunun uzun yıllara yayılmış bir arayışının sonucuydu. Bu arayışı tek bir sözcükle “istikrar” olarak adlandırabiliriz. On yıldan fazla bir zamana yayılan siyasi kriz, koalisyon hükümetleri, 2000 ve 2001 yıllarındaki iktisadi krizler, yoksullaşma, yolsuzluklar, yozlaşma ve çürüme, Türkiye toplumunun neredeyse bütün geleneksel partileri siyasetin dışına itip henüz bir yıl önce kurulmuş bir partiyi iktidara taşımasıyla sonuçlandı. AKP bu “istikrar” arzusunun bir sonucu olarak geldi ve bu arzuyu on iki yıl boyunca manipüle etmeyi bildi. Siyasi krizleri büyük ölçüde engellemeyi başardığı gibi, Kemal Derviş’in başlattığı IMF orijinli neoliberal programı devam ettirerek büyük bir iktisadi krizin yaşanmasını da önledi.
AKP, Tüm bunları yaparken bir yandan da kendi siyasal projesini hayata geçirmek için harekete geçti. Bu proje esas olarak, sol düşmanlığıyla ve anti-komünizm adına uyguladığı İslami politikalar nedeniyle çoktan çöküş sürecine girmiş olan 1923 Cumhuriyeti’ne son darbeyi de vurmak ve yerine merkezinde İslam’ın bulunduğu yeni bir rejim inşa etmekti. Yeni bir rejim kurmak, aynı zamanda devleti ele geçirmek anlamına da geliyordu. Devleti ele geçirmek için ise büyük tasfiye operasyonlarına girişmek gerekiyordu. İşte bu tasfiyeleri gerçekleştirmek için Balyoz ve Ergenekon gibi tertip davalar yürürlüğe konuldu; sahte delillerle, gizli tanıklarla yüzlerce kişi tutuklanarak cezaevlerine dolduruldu. Peki bu davaları hayata geçirecek güç kimdi? Bu güç, kırk yılı aşkın bir süredir izlediği “sızıntı” politikasıyla devlet içerisinde kadrolaşan ve kendi “paralel devlet” aygıtını kuran Gülen Cemaatiydi. Cemaatin, kadrolaşmaya en çok önem verdiği iki kurum, emniyet ve yargı, Balyoz ve Ergenekon davalarında entegre bir şekilde çalıştılar, sürecin sonunda yeni rejim inşasına karşı durabileceği düşünülen bütün güçler tasfiye edildi ve AKP ile Cemaat devletin yeni sahipleri oldular.
Devlet bir kez ele geçirildikten sonra ise devletin bu iki dini yapı arasında nasıl paylaşılacağı bir sorun olarak ortaya çıktı ve taraflar bunun mücadelesini vermeye başladılar, işte 17 Aralık bu güç savaşının, açık bir taarruza dönüşerek kristalize olduğu ve kamuoyu nezdinde görülebilir hale geldiği tarihti.
Aslında konuyu yakından bilenler için AKP ile Cemaat arasındaki savaş 17 Aralık’tan çok daha önce başlamıştı. Tertip davalarla yaşanan tasfiyelerin ardından, AKP ile Cemaat arasında özellikle güvenlik bürokrasisinin kimin kontrolünde olacağına dair çok büyük bir kavga başlamıştı.
Bunun doğrudan yansıması ise 7 Şubat 2012 tarihli Cemaat operasyonu oldu. AKP cenahınca “7 Şubat Kalkışması” olarak adlandırılan ve başarısız olan bu operasyonda Cemaat, Hakan Fidan’ı ve bazı MİT yöneticilerini, Oslo görüşmelerini gerekçe göstererek ifade vermeye çağırdı. Eğer Fidan ve diğer yöneticiler ifade vermeye gitselerdi çok büyük ihtimalle tutuklanacaklardı ve Cemaat kendisine verilmesini istediği MİT’in yeni sahibi olacaktı. Bu ise Emniyet İstihbarat Dairesi’nin ardından, devletin diğer bir istihbarat kurumunu da ele geçirmesi anlamına gelecekti. Ancak Erdoğan ve ekibi bu “kalkış-ma”yı çok çabuk fark etti ve Cemaate anında karşılık verildi. Fidan’ı ve MİT yöneticilerini bir tür dokunulmazlığa kavuşturan yasal düzenlemelerin ardından, İstanbul’daki Cemaate bağlı emniyet ekipleri dağıtıldı ve soruşturmayı yürüten savcıların da görev yerleri değiştirildi.
O tarihten itibaren Cemaati devlet aygıtının dışına çıkarmak ve sadece “sivil toplum” alanına hapsetmek için tedrici bir plan uygulamaya konuldu. Dershanelerin kapatılması bu planın en önemli ayaklarından biriydi; çünkü kendisi de İslami kökenli bir hareket olan AKP, Türkiye’de siyasal İslam’ın finans ve kadro kaynağının eğitim sektörü olduğunu gayet iyi biliyordu. Tam da bu nedenle, yani Cemaat kendisine yönelik kapsamlı bir tasfiye girişimini fark ettiği için, AKP’ye çok sert bir yanıt vermesinin zorunlu olduğunu hissetti ve böylece “17 Aralık Süreci” başlamış oldu.
17 Aralık, Yolsuzluk ve Dincilik
Cemaat, tıpkı daha önceki Balyoz ve Ergenekon süreçlerinde olduğu gibi bu süreçte de elindeki Emniyet-Yargı gücünü devreye soktu ve AKP’yi en zayıf olduğu yerinden, yani yolsuzluklar üzerinden vurdu. Ekonomik büyüme stratejisini inşaat ve dolayısıyla kentsel rant üzerine kurmuş bir iktidarın tepeden tırnağa yolsuzluğa bulaşmamış olması zaten imkansızdı ve Cemaat bunu, özellikle elindeki istihbarat gücü sayesinde elde ettiği dinleme kayıtlarını servis ederek ve aynı zamanda sahip olduğu medya gücünü de kullanarak kamuoyuna duyurdu.
İşin ilginç yanı, kavganın iki tarafı da dini birer yapı olduğu için, kavganın meşruiyeti, dini söylemler üzerinden yürütüldü, taraflar birbirlerine beddualar ettiler, sahte peygamberlikle, şeytana hizmet etmekle vesaire suçladılar. Kavganın merkezinde yolsuzluk iddiaları olunca, kavga da dini argümanlarla yürütülünce, “yolsuzluk” tartışması da dini referanslarla yapılmaya başlandı. Örneğin AKP cenahının Şeyhülislamı gibi görev yapan Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman, “Rüşvete fetva verilmez” (17 Ocak 2014) adlı yazısında, ironik bir şekilde tam da rüşvete fetva veriyordu:
“Devlet ile belediyelerle işi olan kimseler, İslami hassasiyetleri olan yöneticilerin bilgisi dâhilinde vakıflara bağışlarda bulunup sonra 'iş ve ihale almak' gibi hususlarda bundan yararlanma amacı taşıyabilirler. Bu amaç bilinmedikçe yöneticiyi ve vakfı hatalı görmek doğru olmaz. Niyeti bozuk olan kimselerin durumları anlaşılınca hüküm değişir ve artık onlardan bağış kabul etmemek gerekir. Ama yine de yaptıkları yardıma ıstılahi ve fıkhi manada rüşvet denemez. Servet sahiplerini hayra teşvik etmek ve yönlendirmek de ayıp ve günah değildir, yeter ki bu ilişki kötüye kullanılmasın ve kullanılmaya izin verilmesin.”
Karaman çok açık bir şekilde Müslüman işadamlarının, devlet vakıflarına, elbette ki “İslami yöneticilerin bilgisi dâhilinde bağış yapabileceğini, bunun da günah olmadığını söyleyebilmektedir. Bunun gerekçesi ise Bilal Erdoğan’a ait olan TÜRGEV’e yapılan bağışların dinen caiz olduğunu ortaya koymaktır.
Cemaat ise Karaman’ın bu fetvasına karşı, bu bağışların rüşvet kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ve kanunen suç ve dinen de günah olduğunu söylemektedir. Örneğin Mümtazer Türköne 16 Ocak 2014 tarihli “Hayrettin Hoca Rüşvete Fetva Vermiş Oldu mu” adlı yazısında Karaman’a şöyle itiraz etmiştir:
“Devletten ihale alanların, gönülsüz bile olsalar hayır kurumlarına -metazoru- bağış yapmalarına hocamız cevaz veriyor. Ben bu fetvanın, yolsuzluğa ve rüşvete kılıf arayanların önüne çok geniş bir meşruiyet alanı açtığını düşünüyorum. İslam hukukçuları şu suallere cevap vermeli: Bir ihalenin veya hakedişin bir hayır kurumuna bağış şartına bağlanması, ödenen parayı rüşvet olmaktan çıkartır mı? Muhtemelen vatandaşlar da cevaba bağlı olarak şu soruyu soracaktır: Devlete mahsus yetkiler (ihale verme gibi) kullanılarak temin edilen bağışlarla (veya rüşvetle) inşa edilen camilerde namaz kılınır mı, eğitim kurumlarında din öğrenilir mi? Kolayca çözülecek gibi görünen bir sorun; ama mesele maalesef bu kadar basit değil. Hayrettin Hocanın açtığı kapıdan girince karşımıza devletin ekonomik iktidarının hüküm sürdüğü çok geniş bir alan çıkıyor. Fıkıh âlimi bu alanı tanımadan muhakeme ve mukayese yürütmemeli.”
Peki tüm bu yaşananlara ve bu tartışmaya bakarak nasıl bir çıkarımda bulunmamız gerekiyor? İlkin şunu söylemek gerekiyor. Soğuk Savaş’la birlikte devlet politikası haline gelen anti-komünizm, beraberinde bir dinselleşme sürecini getirmiştir. Egemen sınıflar, komünizm tehlikesine karşı dini bir araç olarak kullanabileceklerini fark etmişler, bu nedenle de İslamizasyonu devreye sokmuşlardır.
Bu ise doğal olarak İslamcılığın esas olarak üretildiği kurumların, yani tarikatların önünün açılmasını, devlet içerisinde kadrolaşmalarına izin verilmesini ve finansal kaynaklara ulaşabilmelerini beraberinde getirmiştir.
AKP ve Gülen Cemaati, Cumhu riyet’in İslamizasyon politikalarının doğal sonucu olarak iktidara gelmiş, devletin İslami kadrolara açtığı kapılardan girerek devleti ele geçirmiş ve sonrasında ise Cumhuriyet’i yıkıp yerine yeni bir rejim kurmuştur. Bu, her ne kadar İslam hukukunun egemenliği anlamında bir şeriat rejimi anlamına gelmese de, “üst ilke”sini İslam’ın oluşturduğu, egemenliğin kaynağı olarak gökyüzünü gören bir rejimin inşa edilmesi anlamına gelmektedir.
Seküler Bir Dil İhtiyacı
Tam da bu nedenle, bu inşa sürecinin ortakları olan AKP ve Cemaat “devleti nasıl bölüşeceğiz kavgasına tutuştuklarında, kavganın referanslarının da dinsel olması kaçınılmaz olmuştur. Şahitlik ettiğimiz tartışmalarda yolsuzluk, se küler bağlamından ziyade dinsel bir mesele olarak tartışılmakta, taraflar birbirlerini dinsel kavramlar üzerinden suçlamakta, kendilerini ise yine dinsel kavramlar üzerinden aklamaktadırlar.
Bu iki gerici gücün kavgasında, taraflardan birine yedeklenmek de buradan demokratik bir ülke çıkacağına inanmak da hiçbir şekilde gerçekçi değildir. Bunun da ötesinde, yolsuzluğun dini bir söylem üzerinden meşrulaştırılmak istenmesine de yine dini bir söylemle eleştirilmesine de çok açık bir şekilde karşı çıkılmalı, gericiliğin kavramlarının hegemonyasına karşı, çok açık bir seküler söylem tercih edilmeli, seküler argümanlar üzerine kurulmuş bir dil toplumsal muhalefetin karşı-hegemonya mücadelesinin bir parçası haline getirilmelidir.