Dinci Gericilik Para Babalarının Gericiliğidir

Dinci Gericilik Para Babalarının Gericiliğidir

01/03/2014

Türkiye’de dinci gericilik bu denli önemli bir toplumsal olgu olmasına rağmen ilginç biçimde sanatta az yer buldu. Cemaatler, tarikatlar, dinci partiler dört koldan toplumu esir alır, devleti ele geçirirken buna karşı başta siyaset olmak üzere pek çok alanda ciddi mücadele verildi; ancak sanat alanı, herhalde 12 Eylül’den bu yana hayli niteliksizleştiği ve çürüdüğü için, mücadelede öne çıkamadı. AKP’nin bu alana yönelik tüm saldırılarına açıktan açığa solcu kimi sanatçılar dahi sessiz kaldı ve dinci gerici siyasi iktidar sanat alanında hak ettiği biçimde eleştirilmedi.

Bunun az sayıda istisnasından biri Özer Kızıltan’ın çektiği Takva filmiydi. Bu film yalnızca bağnazlığın bir insanın düşünsel dünyası ve kişiliğinin nasıl ırzına geçtiğini, onu nasıl kendine yabancı bir varlığa dönüştürdüğünü göstermekle kalmıyor; aynı zamanda tarikatlarda yuvalanmış gericiliğin nasıl bir mülkiyet üzerinde yükseliyor olduğunu da anlatıyordu.

Takva, hedefi 12’den vuruyordu, zira işin özü tam olarak buradadır. Bu dünyada tüm toplumsal olgular, maddi çıkarlar üzerinde yükselirler. Türkiye’de artık kanımca düşüşe geçmiş olan dinci gericiliğin de ayakkabı kutularından fışkıran bir maddi zemini var. Bu yazıda, hem kuramsal düzeyde dinle sermaye arasındaki ilişkiyi, hem de bunun Türkiye’deki somut halini incelemeye çalışacağız.

Toplumsal Bir İhtiyaç Olarak Tanrı

Ateistler Meclisi’nin kuruluş bildirgesini okuduğumda metnin beni en heyecanlandıran tarafı, dinleri birer kandır macadan ibaret gören, hala var olabilmelerini de insanların cehaletine bağlayan yaygın ve sığ ateist bakışa düşülmemiş olmasıydı. İnsanların dindarlıkları ile cahillikleri arasında kuşkusuz bir ilişki var, bu yadsınamaz. Ne var ki, dinsel inancın bu derece yaygın olması da salt eğitimsizlikle açıklanamaz; zira bugün insanlığın önemli bir bölümü dinsel dogmaların içerdiği hurafelerin saçmalığını görecek bilgi birikimine sahip, ancak dinsel inanç yaygınlığını koruyor. Sadece Türkiye’de değil, aynı zamanda aydınlanma geçmişi Türkiye’den çok daha eski olan ülkelerde de. Örneğin dünyanın aydınlanma merkezi olarak kabul edilebilecek olan Avrupa genelinde insanların yarısı tek tanrıya, dörtte biri ise “bir güce” inanıyor.

Eğer materyalist bir duruşu benimsiyorsak (ki metafiziğe karşı ancak materyalist bir duruş tutarlı olabilir), o halde bizim için her toplumsallaşmış düşüncenin (dilerseniz bunu ideoloji olarak da okuyabilirsiniz) maddi bir zemini olması, toplumdaki maddi çıkarlar ve bu çıkarların bir yansıması olan egemenlik ilişkilerinde bir yere oturması gerekir. Kuşkusuz tekil insanların çok uçuk bireysel düşünceleri olabilir, ancak biz burada tekil bireylerin uçuk kaçık fantezilerinden değil, milyonlarca insan tarafından üzerinde hemfikir olunan metafizik inançlardan bahsediyoruz. İşin özü şudur, bugünün dünyasında bir değil, beş değil yüz milyonlarca insan adamın birinin ayı eliyle ikiye böldüğüne inanıyorsa, bu toplu akılsızlaşma hali maddi bir zemine oturmalı, birilerinin işine yarıyor olmalıdır.

Ben burada Marx’ın meşhur “kitlelerin afyonu” soyutlamasından yola çıkarak tutarlı bir açıklama geliştirilebileceğini düşünüyorum. Yalnız öncelikle bu soyutlamayı yerli yerine oturtmak gerekiyor. Marx, He gel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi eserinde yer alan bu soyutlamayı şu şekilde yapıyor: “Din, ezilenin iç çekişidir, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. O, kitlelerin afyonudur.” Dolayısıyla Marx’a göre din, salt egemenlerin ezilenleri uyutmak için kullandığı bir araç değildir. Ezilenler de ezilmenin acısından kurtulmak için dine ihtiyaç duymakta, ona sarılmaktadırlar. Ortada, egemen ile ezilen arasındaki ilişkinin diyalektik doğasına uygun bir durum vardır. Nasıl egemen sınıf ezilen sınıf var olmadan, ezilen sınıf da egemen sınıf var olmadan mevcut haliyle var olamazsa, din denen hurafeler manzumesini milyonların afyonu haline getiren de ne sadece egemenler, ne de sadece ezilenlerdir. İkisinin arasındaki ezme-ezilme, yani sömürü ilişkisidir. Kısacası din, içerdiği bütün saçmalıklarla birlikte bugün bir kenara atılmıyor ve salt antropolojinin konusu haline gelmiyorsa, bunun sebebi bir ideoloji olarak kapitalist toplumda başka hiçbir ideoloji tarafından yerine getirilemeyecek bir görevi üstleniyor olması, sömürünün acısını dindiren bir afyon görevi görüyor olmasıdır.

Açalım...

Sadece Bağımlılık Değil, Anestezi İnsan adalet duygusuna sahip tir. Binlerce yıllık zulüm tarihinin, köleliğin, feodal baskıların, kapitalist sömürünün, savaşların, soykırımların, cinayetlerin ve sefaletin yok edemediği bir duygudur bu. Efendinin kamçısı ne kadar ürkütücü olursa olsun, Spartaküs ayaklanır. Tüm suçlarına rağmen Jean Valjean’ın iyiliği, Javert’i intihara mahkûm eder. Zulüm ne kadar ağır olursa, sonunda isyan o denli büyük olur.

İşte bu yüzden egemenler, zulümlerini meşrulaştırmak zorundadır.

Diğer yandan, bir toplum, gelişmesinin sınırına dayanmadıkça yıkılmaz. Koca Roma İmparatorluğu köle emeğine dayalıydı ve asırlarca ayakta kaldı. Bir toplum düzeni, ancak artık daha iyi bir yarın vaat edemiyorsa, artık kendi egemenlerini de güçlendiremiyor, aksine zayıflatıyorsa yıkılma zamanı gelmiştir. Bu yüzden, maddi hayat yolunda giderken, üretim-tüketim döngüsü çalışırken, yani durup dururken ezilenler kalkıp iktidarı deviremezler. Onların harekete geçebilmesi için, önce egemenlerin iktidarının maddi zemininin sarsılması gerekir.

Ve o güne kadar, ezilmenin acısıyla yaşamak, buna katlanmanın yolunu bulmak zorundadırlar.

Din burada devreye girer. O, adaletsiz olduğunun saklanması mümkün olmayan bir maddi dünyaya karşı, ilahi adaletin mutlak ve korkunç olacağı bir manevi dünya sunar. Bazı suçların hesabının bu dünyada sorulması mümkün değildir, ama ahirette Allah kul hakkı yiyenlerin burnundan fitil fitil getirecek, bir tek onlar asla cennete giremeyecektir. Ha, bir de ateistler.

Böylelikle modern toplumun egemenleri ve ezilenleri de aynı afyon tekkesinde buluşurlar. Bir taraf iktidarı sarsılmasın diye, diğer taraf acısı dinsin diye. Afyon, her iki tarafta da bağımlılık yapar. Bakmayın siz şimdi TÜSİAD’daki para babalarının AKP’ye atıp tuttuğuna. Gezi Direnişi sırasında Koç, Divan Otel’in kapılarını açma emri verdiyse, bu ülkenin en eski, en köklü burjuva ailesinin, bir iktidarın devriliyor olduğunu en çabuk anlayan olmasıyla ilgilidir bu. İşler yolunda giderken hepsi yağma sofralarında Tayyip’in sırtını sıvazlıyordu. İşler yoluna tekrar girsin, onu kovmuş olacaklar ama dinci gericiliği toptan tepelemek gibi bir gündemleri yok. Yok, çünkü ihtiyaçları var.

Diğer yanda, ezilenlere dönüp de “ey vatandaş, senin kolunu kopartıyorlar, acıyı hissetme diye sana afyon dayıyorlar. Afyonu reddet, gerçek olan çektiğin acıdır” diye hamaset yapmanın da bir karşılığı yok. Yok, çünkü günümüzde kimsenin “ger-çek”le işi yok. Egemenlerin ideologları modernizmin üzerinde tepine tepine gerçeği bir bakış açısına bunun için indirgediler. İnsanlar onu kafalarının içinde zannetsin de aramaya, bulmaya çalışmasınlar diye.

Dolayısıyla dinden kurtulmak için, afyona değil gerçeklere ihtiyaç duyan bir toplum kurmaktayız, başka çaresi yok. Ve bunu yapmaya çalıştığımız anda karşımızda örgütlü dini bulacağız, çünkü sömürüye dayalı toplum yıkılır ve eşitliğe dayalı toplum kurulursa, din elden gider. Gider, çünkü kimse kimseyi ezmeyeceği ve kimsenin de acıya dayanması gerekmeyeceği için ona ihtiyaç kalmaz. Din elden gitti mi, paracıklar da gider. Çünkü afyon ticareti çok kârlı bir iştir.

Beyaz İşinde Çok Para Var

Din tacirliğinin birilerini nasıl zengin ettiğini 17 Aralık’tan bu yana görüyoruz. Ayakkabı kutularına sığdıramamışlar, durum bu. Ne var ki, Türkiye’de gericiliğin bir sermaye kaynağı (dikkat, servet değil sermaye kaynağı. Bilal gemiciğini binip gezmek için değil işletmek için aldı) olması yeni bir şey değil. Üstelik gericilik daima karanlık işlerin, mafyatik sermayenin de kamuflajı oldu. Ve bu kamuflaj, çoğu zaman Türkiye’nin elinin kolunun uzanabildiği coğrafyalara yapılan emperyalist müdahalelerin yarattığı fırsatları değerlendiren sivil toplumcu yardım kampanyaları şeklindeydi.

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Doğu Avrupa’da yaşanan iç savaşlar bu açıdan Türkiye gericiliğinin değerlendirdiği ilk büyük fırsattı. Bosna Savaşı, Arnavutluk İç Savaşı ve Kosova Savaşı sırasında dinci gerici paramiliter güçler hep aktifti

ve Türkiye’den destek alıyorlardı, ancak bunlar içinde en önemli olan Bosna Savaşı olmuştu. Üç yıl süren (1992-1995) bu kanlı rezalete Türkiye gericiliğinin çok boyutlu katkısı oldu. Refah Partisi’nin yükseldiği, en büyüğü Sivas Katliamı olan kanlı islamcı eylemlerin düzenlendiği bu dönemde Türkiye’de tarikatlar Bosna’ya çok sayıda silahlı militan gönderdiler. Bu militanlar savaştan sonra oraya yerleştiler ve Bosna’da dinci gericiliğin siyasi güç kazanmasında büyük rol oynadılar. Son günlerde Bosna’da yaşanan ayaklanmada isyancı işçilerin taleplerinden birinin “dinci partiler kapatılsın ve bir daha dinci parti kurulamasın” olması sebepsiz değil. Bosna vatandaşları yirmi yılı aşkın bir süredir parazit gibi ülkenin kanını emen tarikatlarla boğuşuyorlar.

Üstelik Bosna meselesi, ayrı bir para kapısı daha açtı, zira Sovyetler Birliği dağılmadan kısa bir süre önce Afganistan’dan çekilmiş, Taliban rejimi mutlak iktidar kurmuştu. Dünyanın haşhaş üretim merkezi olan Afganistan’da hammadde ekimi yapılıyor, kimyasal üretim İstanbul’da gerçekleştiriliyor, bunun sonucunda elde edilen eroin Bosna üzerinden Avrupa’ya sevk ediliyordu ve böylelikle İstanbul tarikatları hızla uyuşturucu zengini haline geldiler. Kitlelerin afyonu, yepyeni bir anlam kazandı.

O zaman “Bosnalı din kardeşlerimize yardım” diye ortada gezenler, zamanla dünyanın dört bir yanında kurban kesmeye başladılar. Deniz Feneri skandalı patladı, ama bu sadece buzdağının ucundan ibaret ve hatırlanacağı üzere örtbas edildi. Türkiye’de kökeni 1990’ların başına dayanan yüzlerce dinci vakıf ve dernek var. Bunların tamamı şu ya da bu cemaat veya tarikata bağlı. Bunlar sürekli olarak birtakım yardım faaliyetleri yapıyor gibi görünüyorlar ancak asla masum oldukları düşünülmemeli. Bunun en yakın örneği gözümüzün önünde cereyan etti. İstedikleri kadar yalanlasınlar veya “devlet sırrı” diye bağırıp çağırsınlar; AKP gericiliğinin Suriye’deki kanlı şeriatçı ayaklanmacıları İnsan Hak ve Hürriyetleri Derneğini paravan olarak kullanarak silahlandırdığını artık hepimiz biliyoruz. Bu derneğin TIR’larından silah, mühimmat ve patlayıcılar fışkırdı, üstelik görünüşe bakılırsa planlama ve koordinasyon kısmını da doğrudan doğruya MİT yürütüyordu.

Kimse, ne kadar islama gönül vermiş olursa olsun, bu işleri beleşe yapmaz. Bu dünyada beyaz işi kadar para kazandıran bir iş daha varsa, o da silah işidir.

Kuşkusuz islamcılara oluk oluk para kazandıran “operasyonlar”ın hepsi yasadışı değil. Hatta önemli bir bölümü muhtemelen ya yasal ya da en azından kılıfına uydurulmuştur. Bir yerden sonra bunun önemi de kalmıyor. Sonuç, özetle şudur. Türkiye’de islamcı gericilik, sermaye düzeninin, kapitalist sömürü düzeninin önemli bir parçasıdır. Bu parça, her türlü irili ufaklı parasal kazanç işine bulaşmış durumdadır ve ortadan kaldırılması, ancak sermaye düzeninin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Sömürü ilişkilerinin sürdürülmesi için bu denli faydalı bir ideolojik unsurun bizzat ondan faydalanan zenginler tarafından rafa kaldırılmasını beklemek hayalden başka bir şey değildir.

Yazar: Alev Alaca