Burjuva Aydınlanmasının Serüveni ve Emekçi Aydınlanması

Burjuva Aydınlanmasının Serüveni ve Emekçi Aydınlanması

01/03/2014

Marx ve Aydınlanma

Kapitalist Batı Uygarlığının temelinde yatan Modernizm, Bilimsel Devrim ve Aydınlanmanın çıkış noktası şudur: Doğadaki süreçler, herhangi bir doğaüstü ve fizikötesi gücün tasarrufları sonucunda oluşmamıştır, doğa yasalarına tabidir ve insanoğlu aklıyla bu yasaları kavrayabilir.

Kısacası Aydınlanma; insanın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesindeki en önemli kilometre taşlarından ve bilimsel düşüncenin binlerce yıllık dinsel düşünceye karşı en büyük zaferlerinden biridir.

Marx’ın Aydınlanmaya yönelik tavrı, reddetmek değil, eleştirerek aşmaktı. Marx, Bilimsel Devrim ve Aydınlanmaya sahip çıktı, kendi kuramının kaynağı olarak gördü ve miras kabul etti. Öte yandan Marx, mevcut Aydınlanma hareketinin burjuva karakterini ve sınırlılıklarını da tespit etti, bu hareketin keskin bir eleştirmeni oldu ve aşmaya çalıştı.

Marx, burjuva Aydınlanmasını geçmişin (feodal/haraçlı ideolojinin) perspektifinden eleştirmedi; bu hareketi, sınıfsal karakterinden kaynaklanan sınırlılıklarından dolayı geçmişi köktenci bir biçimde aşamadığı noktasında eleştirdi ve Aydınlanmayı derinleştirmenin yollarını aradı. Bu bakış açısıyla Marx, geleceğe uzanabilecek bir hat çizebildi.

Burjuvazinin Sisteminde ‘Aklın Egemenliği’

Batılı toplumlar, burjuvazileri önderliğinde “aydınlandılar”. Feodal düzeni, aristokrasiyi, dinsel düşünceyi, “Tanrı egemenliğini, kendi ortaçağlarını burjuvazileri önderliğindeki devrimlerle yıktılar ve aştılar. 500 yıllık bu pratik, insanlığın düşünsel hâzinesine büyük bir katkı yaptı ve gözbebeği gibi korunması gereken bir miras bıraktı. Bu madalyonun bir yüzüdür.

Madalyonun diğer yüzünde ise, “burjuva önderliği”nin getirdiği sınırlılıklar bulunur. Burjuvazinin temsil ettiği sistem (kapitalizm) başından itibaren; 1) Sermayenin emek üzerindeki egemenliğine ve sömürüsüne, 2) Kapitalist-Emperyalist Ezen Ülkelerin, dünyanın dörtte üçünü kapsayan Ezilen Ülkeler üzerindeki yıkım ve talanına, tahakkümüne, sömürüsüne dayanır. Dolayısıyla burjuva aydınlanması, burjuva laikliği, burjuva insan hakları ve özgürlüğü, toplumun egemen, yönetici, elit kesimleriyle sınırlıdır. Emekçi sınıflara ve ezilen halklara gelindiğinde ise burjuva aydınlanması; gericiliğe, ortaçağ karanlığına, dinciliğe, despotizme, yıkıma, talana, köleliğe ve sömürüye dönüşür. Emekçiler ve ezilen halklar, burjuvazinin istediği ve sınırladığı kadar “aydınlanabilirler”, ötesi yasaktır.

Burjuvazinin ideologları, burjuva aydınlanmasının bu güdüklüğünü perdelemeye çalışır. Onlara göre, aydınlanma aklın egemenliği demektir ama bu “aklı” burjuvazi ve onun devleti temsil etmektedir. Böylece “aklın egemenliği”, burjuva sınıfının ve onun devletinin egemenliğine dönüştürülür. Emekçiler ve ezilen halklar kendilerine dayatılan bu akıl kadar “akıllı” olabilir. Emeklerini kime satacaklarına (yani kim tarafından sömürüleceklerine) karar verebilecek kadar “özgür” olabilirler. Mülkiyetleri ne kadarsa o kadar “hak sahibi”dirler. Kısacası, paran kadar aydınlanırsın, özgürleşirsin ve hak sahibi olursun. Burjuvazinin sistemi böyle işler.

Laplace’ın Denkleminden Napolyon’un Denklemine

Burjuva Aydınlanmasının bu ikili karakteri ve sınırlılığı süreç içinde belirginleşmiştir. Burjuvazi, halk kesimlerini de peşine takıp aristokrasiye karşı savaşırken radikaldi, ilericiydi ve devrimciydi. Toplumun gelişmesinin önünde engel olan çürümüş bir sistem yıkılıyordu ve devrimin bilimi ve felsefesi yapılmaktaydı. Aydınlanma hareketinin en radikal düşünürlerinin Fransız Devrimi süreci içinde ortaya çıkması tesadüf değildir. Ne zaman ki burjuvazi aristokrasiyle olan hesabını kesip kendi düzenini sağlamlaştırdı, feodal ideolojiye karşı düşünsel alanda verdiği mücadelenin de dozu düştü.

18. yüzyılın ikinci yarısı boyunca 1789 Fransız Devrimini düşünsel alanda hazırlayan filozofların (Mon-tesquieu, Rousseau, Voltaire, Diderot, Helvetius, d'Alembert, d’Holbach, Concordet vb.) feodal (dinsel) ideolojiye getirdikleri eleştirilerdeki radikalliğe, daha sonraki dönemlerin burjuva düşünürlerinde rastlanmaz. Doğaldır, çünkü 18. yüzyıl Fransız filozofları devrimin teorisini yapıyorlardı, daha sonrakiler ise düzenin...

Bu noktada, devrimden 15 yıl sonra iktidara gelerek kendisini imparator ilan eden Napolyon Bonapart ile düşünür-matematikçi Laplace arasında geçtiği söylenen diyalog ilginçtir. Laplace, denkleminde Tanrının yerini soran Napolyon’a, “İhtiyaç duymadım” diye yanıt verir. Devrimci geleneği sürdüren Laplace’ın ihtiyacı yoktu belki ama Avrupa’yı fethetme sevdasındaki Napolyon’a askerlerini motive etmek için (egemen sınıfların binlerce yıldır yaptığı gibi) Tanrı gerekiyordu. Laplace’ın denklemi ile Napolyon’un denklemi arasındaki fark, burjuva Aydınlanmasının da serüvenini yansıtır.

Fransız Devrimi ile ondan 60 yıl sonra gerçekleşen 1848 Alman burjuva demokratik devriminin nitelikleri arasındaki farklar da burjuvazinin gericileşme sürecine güzel bir örnektir. Fransız Devriminin köktenciliğine ve halkçılığına karşın, Alman Devrimi, aristokrasiyle bir tür uzlaşma yaparak, yukardan aşağıya bir dönüşüm çizgisi izledi (Prusya tipi devrim). Tabii buradaki esas etken, bağımsız talepleri doğrultusunda harekete geçen ve devrime damgasını vurmaya çalışan proletaryanın varlığıydı. Bütün emekçi kesimleri peşine takan Fransız burjuvazisi Fransız aristokrasisine karşı alabildiğine radikal vuruşlar yapabildi ve bu durum devrimin felsefesine de yansıdı. Dev riminde geciken Alman burjuvazisi ise, artık bağımsız bir sınıf olma yolunda ilerleyen proletaryanın tehdidi altındaydı. Toplumun radikal bir biçimde aydınlanması ve devrimin aşağılara yayılması, Alman aristokrasisi ile birlikte Alman burjuvazisini de süpürebilirdi. Konunun uzmanları bu durumun Alman aydınlanmacılarının (Kant, Hegel vb.) düşüncelerine de yansıdığını belirtirler. Alman düşünürleri, Fransız meslektaşları kadar radikalleşme lüksüne sahip olamamışlar, düzen ve devlet vurgusunu öne almışlardır. Kaldı ki, 19. yüzyılın ikinci yarısına doğru Fransız burjuvazisinin pratiğinde ve ideologlarının düşüncelerinde -bırakın Voltaire, Rousseau, Robespierre radikalliğini-Napolyon radikalliğinin bile yerinde yeller esmektedir. Pek milliyetçi Fransız burjuvazisi, 1871 Paris Komünü sırasında, baş düşmanı Alman burjuvazisiyle anlaşıp kendi halkını kılıçtan geçirdi.

Burjuva aydınlanması mı? Burjuva özgürlükçülüğü mü? Hatta burjuva demokratik ulusçuluğu mu? Proletarya ve emekçi sınıflar sahneye çıkana kadar!

Laiklik kavramına getirilen tanımlardaki dönüşüm de bu sürece güzel bir örnek teşkil eder. Devrimci burjuvazinin laiklik tanımı “din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılma-sı”dır. Din, bu dünyadan kovulmuş, öte dünyaya sürülmüştür. Düzenci burjuvazi ise laiklik tanımını el çabukluğuyla “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” biçimine sokar. Din, bu dünyaya tekrar davet edilmiştir; devlet laik kalmalıdır ama halka din lazımdır. Günümüzde bu tanım bile reddedilmiş, laiklik kavramı -çıkış ilkelerinin tam zıddı biçiminde- “dinlere eşit uzaklık, din ve vicdan özgürlüğü” olarak tanımlanmaya başlanmıştır ve bu da burjuvazinin ulaştığı noktayı gösterir.

Aydınlanma ile Halk Arasına Giren Burjuva Kaması

Görüldüğü gibi, Bilimsel Devrim ve Aydınlanma ile emekçi halk arasına burjuvazinin kaması girmiştir. İnsanlığın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesi, gericileşen burjuvazi tarafından yarıda kesildi, güdükleştirildi. Bu noktayı kavramak önemli. Çünkü günümüzde, Bilimsel Devrim ve Aydınlanma ile kapitalizmi özdeş görme hatasına düşülüyor. Kapitalizme hak etmediği bir paye verilmiş oluyor. Kapitalizmi/emperyalizmi eleştirme ve aşma adına, Bilimsel Devrim ve Aydınlanma da küpeşteden atılıyor. Oysa bu bir tuzak. Bugün Bilimsel Devrimi ve Aydınlanmayı küpeşteden atan ve unutturmaya çalışan bizzat küresel burjuvazinin kendisidir. İzlenmesi gereken çizgi, Aydınlanma hareketinin mirasına sahip çıkmak, burjuva aydınlanmasının sınırlılıklarını ortaya çıkarmak ve giderek bir Emekçi Aydınlanması (Ezilen Dünya Aydınlanması) perspektifi geliştirmektir.

Bilimsel Devrim ve Aydınlanmanın evrensel yönü kavranmadığı zaman, ya burjuva aydınlanmasının sınırları içinde kalınıyor ya da kapitalizmle birlikte Aydınlanma da reddediliyor ve dinsel düşüncenin etkilerine kapı aralanıyor.

Bugün, kendi ortaçağlarının yüklerinden kurtulmaya, bilimsel düşüncenin hâkim kılınmasına, Aydınlanmaya ve kendi kaderini kendi ellerine alma perspektifine esas ihtiyacı olan

toplumlar, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ezilen Dünya toplumlarıdır. Gelişmiş kapitalist toplumlar, kendi aydınlanmalarını burjuvazileri önderliğinde yaşadılar, insanlığın düşünsel hazinesine yapabilecekleri katkıları yaptılar, bu koşullarda gelebilecekleri noktaya geldiler. Artık ne aydınlanma ne de aydınlatma potansiyeli taşıyorlar. Aydınlanma bayrağı, ona esas ihtiyacı olan bölgede yükselmeyi bekliyor, yani Ezilen Dünyada.

Peki, Ezilen Dünya Aydınlanması Batılı toplumların izlediği yolu mu izleyecektir? İzleyebilir mi? Ezilen Dünyada, Aydınlanma bayrağını yükseltme potansiyeli taşıyan devrimci bir burjuvazi var mıdır? Veya küresel burjuvazi, bu görevi onlar adına gerçekleştirebilir mi?

Türkiye Deneyi Neyi Gösteriyor?

Türkiye, bu soruların gerçekçi yanıtlarını bulabilmek için, belki de en verimli laboratuvar. Çünkü Türkiye, yakın geçmişinde kendi burjuvazisi önderliğinde bir aydınlanma deneyi yaşadı. Ne kadar başarılı olduğu somut olarak incelenebilir. Öte yandan Türkiye, bugün küresel burjuvazinin en fazla yüklendiği, en fazla etki altına aldığı ve roller atfettiği coğrafyalardan biri. Bu nedenle günümüz Türkiye’si, küresel burjuvazinin aydınlatma potansiyelinin olup olmadığının anlaşılması için de önde gelen bir laboratuvar.

Türkiye’nin aydınlanma tarihi başlı başına incelenmesi gereken bir konu; burada sadece sonuçlar üzerinde tartışacağız.

Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist işgale karşı bir Kurtuluş Savaşı ve dinsel temelli bir imparatorluğu yıkan Cumhuriyet Devrimleriyle kuruldu. Kemalist Devrimi, Sovyet Devriminin rüzgârından da etkilenen ama esas olarak Fransız Devrimi yolunu benimseyen bir hareket olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Bu nitelikleriyle -farklı dinamikleri bulunan Ekim Devrimi bir kenara bırakılırsa- ezilen coğrafyada oluşan ilk ciddi Aydınlanma atılımıydı.

Genç Cumhuriyet, kısa bir süre sonra kapitalist yola girdi. Bu noktadan itibaren Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ortaçağ karanlığına karşı mücadeleden ve Aydınlanmadan yan çiziş tarihi olarak okunabilir. Oysa, mademki Fransız Devrimi yolu seçilmişti, feodalizmin köklü bir tasfiyesinin ve radikal bir Aydınlanma hareketinin yaşanması beklenmez miydi? Hiç de öyle olmadı; hatta kapitalist yolda derinleştikçe aynı oranda Aydınlanmadan da vazgeçildi. Burjuva yoluna giren Türkiye, ne bağımsızlığını koruyabildi, ne köklü bir toprak devrimi yaparak ulusal bir sanayi yaratabildi, ne iç ulusal sorunlarını halledebildi, ne de bilimsel düşünceyi az çok özümsemiş aydınlanmış bir toplum oluşturabildi. Birkaç yüzyıl önce Avrupa’da burjuvazi önderliğinde çözülen bu sorunların hiçbiri, 20. yüzyıl Türkiye’sinde burjuvazi eliyle çözülemedi. 21. yüzyılda yol aldığımız günümüzde bu sorunların hepsi tüm haşmetiyle önümüzde durmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti deneyi, “demokratik devrimler” çağının değil ama “burjuva demokratik devrimler” çağının artık bittiğinin en çarpıcı örneğidir. Ezilen Dünya coğrafyası, kendi ortaçağından kapitalist (burjuva) yola girerek kurtulamaz. Fransız Devrimi yolu (yani devrimci burjuvazi önderliğinde feodalizmin tasfiyesi), yukarda da vurguladığımız gibi, Avrupa’nın demokratik devrimde gecikmiş bölgelerinde dahi köktenci niteliğini yitirmişti; nerede kaldı bağımsız bir kapitalizm birikiminin bulunmadığı Türkiye gibi Ezilen Dünya ülkelerinde... Bu yol bizzat, demokratik devrimlerini birkaç yüzyıl önce gerçekleştirmiş ve artık emperyalist bir nitelik kazanmış dünya kapitalizmi tarafından kapatılmıştır, engellenmektedir.

Eğer 80 yıllık Cumhuriyet tarihinden bu ders çıkarılamıyorsa, son 15-20 yıla göz atmak daha kafa açıcı olabilir. Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu ile ortaçağ kalıntılarının tasfiyesi arasında doğru orantı mı vardır, ters orantı mı? Hiç bu kadar “burjuva” olmamıştık; ve hiç bu kadar da “İslamcı”!

Demek ki başka bir yol izlemek gerek. Batı Aydınlanma hareketinin insanlığın düşünsel hazinesine yaptığı evrensel katkılar mirasımızdır ve en önemli esin kaynaklarımızdan biridir. Ama artık ne Türkiye ne de herhangi bir Ezilen Dünya ülkesi “burjuva aydınlanması” ile yetinebilir. Bir “Emekçi Aydınlanması” modeli geliştirmek durumundayız.

İnsanlık Ne Kadar Aydınlandı?

Günümüzde hâlâ bir Aydınlanma sorunu var mıdır? Vardır. Hem de 17.-19. yüzyıl Avrupa’sından çok daha derin ve çok daha kapsamlı bir Aydınlanma ihtiyacı ile karşı karşıyadır insanlık. Hâlâ ortaçağ kalıntılarıyla boğuşan Ezilen Dünya toplumları için bu ihtiyacın yakıcılığını tartışmaya bile gerek yok. Ama aynı zamanda gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkeleri ve top lumlarını da kapsayan dünya çapında bir ihtiyaçtır bu.

Batısıyla Doğusuyla dünya top lumlarına kuşbakışı yaklaşmaya çalışarak şu soruyu sorabiliriz: İnsanlık ne kadar aydınlandı? Büyük Fransız Devriminin, Rousseau’nun, Voltaire’in idealleri ne kadar gerçekleşebildi ve ne kadar yer edebildi? Bacon’ın, Galilei’nin, Newton’un, Darwin’in, Einstein’ın bilimsel çözümlemeleri ne kadar kökleşebildi ve kitleselleşebildi? İnsanlık ne kadar “eşit”, “özgür” ve “kardeş”? Kendi kaderini kendi ellerine alma yolunda ne kadar adım atabildi? Dinsel dogmalardan ne kadar kurtulabildi ve bilimsel refleks edinebildi? Kendi hemcinsleriyle, doğayla ve bireysel doğasıyla ne ölçüde uyum içinde yaşayabiliyor? Bireysel ve toplumsal vicdanı ne kadar rahat? Küçük bir zaman kesitini göz önüne aldığımızda (örneğin son 500 yıl) ve toplumların sadece kaymak tabakasına baktığımızda ciddi bir yol alındığı söylenebilir. Ama bütün bir uygarlık tarihinin derinliği ve o derinliğin karşılığı olarak aynı oranda bir geleceğe uzanımla konuya yaklaştığımızda ve toplumların ezici çoğunluğunu oluşturan alt kesimler göz önüne alındığında, henüz bir arpa boyu yol bile gidilemediği anlaşılabilir. Yine de hakkını yemeden şöyle ifade edelim; Burjuva aydınlanması -sağ olsun- bir arpa boyu yol gidebilmiştir.

İnsanlık Modernizmin, Bilimsel Devrimin ve Aydınlanmanın henüz çok başlarında. Sadece ilk (ve sorunlu, sınırlı) adımlarını atabildi. Bilimsel düşüncenin ve Aydınlanmanın esas fışkırışı henüz gerçekleşmedi. Mevcut manivelanın (burjuvazi) barutu çok çabuk tükendi. Yeni bir “manivela”ya ihtiyaç var.

Emekçi Aydınlanması

Burjuva    Aydınlanması, emek-sermaye çelişkisinin sermayenin önderliğinde çözüleceği ilkesine dayanmıştı. Emeğin el konarak bir araya getirilmiş hali olan sermaye, toplumun ilerlemesinin motoru olacaktı. Bir dönem oldu da... Öte yandan burjuva Aydınlanması, ilk enerjisini, dünyanın Avrupa dışında kalan toplumlarının o güne dek yarattıkları birikimlerini talan ederek elde etti. Dolayısıyla burjuva uygarlığı, Avrupa dışındaki halklar için en başından itibaren yıkım ve talan anlamına geldi ve Aydınlanmanın büyük idealleri hiçbir zaman o halkları kapsamadı. Çoğu Aydınlanma filozofunun, sıra ezilen halklara geldiğinde nasıl birer sömürgeciye (hatta ırkçıya) dönüştüğü bilinir. Ezilen halklar o ideallerle, ancak kafalarını kaldırıp emperyalist burjuvaziye karşı başkaldırdıklarında tanıştılar.

Burjuva uygarlığının giderek çürümesine yol açan bu iki temel çelişkisi (emek-sermaye ve ezen-ezilen çelişkileri), yeni bir Aydınlanma atağının -en azından- nasıl olmaması gerektiğini ortaya koyuyor.

Yeni Aydınlanma; birincisi, emek-sermaye çelişkisinin emek lehine çözülerek ortadan kaldırılması zemininde oluşabilir. Sermayenin önderliği, burjuva Aydınlanmasına “yukarıdan aşağıya” bir nitelik kazandırmıştı. Aydınlananlar, cahilleri aydınlatacaktı. Aydınlanma düşünürlerinin eğitime kilit rol atfetmeleri bundandır. Sermayenin dağıtılması zemininde oluşacak Emekçi Aydınlanması ise, “aşağıdan yukarıya” bir nitelik kazanacaktır: Toplumun kendi pratiğiyle köktenci bir biçimde dönüşümü. İnsanlığın gelişim düzeyi göz önüne alındığında bu noktaya bugünden yarına ulaşmaya olanak yok, dolayısıyla tabii ki öncüye ve örgüte (parti, devlet vb.) ihtiyaç duyulacaktır ama aşağıdan yukarıya köklü dönüşüm perspektifi hiçbir zaman terk edilmeden. Burjuva demokrasisi ile emekçi demokrasisi arasındaki fark da budur.

İkincisi, Emekçi Aydınlanmasının başka bir alandan talan edilerek getirilecek bir “ilk birikim”e ihtiyacı yoktur. Emekçi Uygarlığının ilk birikimi, el konulan büyük sermayedir; daha doğrusu kapitalizm koşullarında ekonomik zor yoluyla yoğunlaştırılmış emeğin özgür bırakılması ve örgütlü toplum tarafından toplumun çıkarları doğrultusunda kullanılması.

Üçüncüsü: Emekçi Aydınlanmasının laiklik ilkesi, bilimin toplum sallaştırılmasıdır. Bu ilke, din-bilim çatışması zemininde değil, toplum-bilim çelişkisinin uyumlu bir biçimde çözülmesi zemininde hayat bulacaktır. Bir kurum olarak dine ihtiyacın kalmadığı nokta, bir kurum olarak bilime de ihtiyacın kalmadığı noktadır; yani giderek herkesin birer Laplace olduğu nokta. Tabii bu noktaya da bugünden yarına ulaşılamaz ama perspektif böyle olmalıdır.

Dördüncüsü, Emekçi Aydınlanması dünyanın bütün halklarının özgün uygarlık birikimlerinin (eşitlik, özgürlük ve güvenlik için verilen mücadele içinde kazanılan birikim) miras kabul edilmesi, evrensel bir potada eritilerek damıtılması ve yepyeni bir senteze ulaşılması perspektifine sahip olacaktır. Burjuva Aydınlanması pratiği çok büyük bir miras bıraktı, ama insanlığın mevcut mirası bundan ibaret değil. Bir coğrafyanın başka bir coğrafyanın yıkımı pahasına yükselmesi, sermaye uygarlığının niteliğidir. Emekçi Aydınlanmasının potası, bütün insanlığı kapsayacak denli geniş olacaktır.

Yazar: Ender Helvacıoğlu